16 Eylül 2010 Perşembe

İSLAM DÜNYASI HZ. ALİ’Yİ HAKİKİ ANLAMDA ANLAYABİLDİ Mİ?

Bu konuda Şiilere katıldığı noktalar var mı ?
Ehlisünnet dünyası da şia dünyası gibi homojen bir yapı değildir. Birbirinden farklı birçok anlayış mevcut. Bunlardan en belirgini mutasavvıf anlayış ile kendilerine selef adını veren ve diğer gruplarca vehhabi diye adlandırılan grup, Kuran anlayışını ön planda tutan fakat hadisleri reddeden gruplar, kendini mezhepler üstü görenler bunların içinde de farklı gruplardaki farklı görüşlerden etkilenenler vb. yaklaşım sergileyen gruplar var.
Şiiler, şia karşıtı bütün grupları ehli sünnet olarak tanımlanmaktadır ki, böyle bir tasnife katılmak mümkün değil. Bu grupların çoğu zaman tek ortak yönleri var. Şii yorumlarını doğru olarak algılamama. Bu ortak payda hepsini bir çatı altında tutmaya yetmemektedir. Mesela mutasavvıfların bazı konularda ki görüşleri, şiilerle bire bir örtüşmese de, yakın olanları da vardır. Bu yakın olduğu konularda ehlisünnet diye tanıtılan diğer gruplarladan mesela kendini selef diye tanıtan grupla hiç bir görüş benzerliği yoktur. Şia karşıtı grupların Şiiliğe karşı olmaları onların tamamının ehlisünnet olmasını gerektiren bir olgu da değildir. Ehli sünnet anlayışını; farklı gruplar kendine göre yorumlamaktadır Bu kadar anlayış farklılığının olduğu bir ortamda Hz Ali yi kimlerin ne kadar anladığı soruna verilecek cevap, öylesine kolay bir şey değildir.
Günümüzde teknolojinin ilerlemesi ve art niyetlilerin teknolojiyi kullanarak faaliyetlerini sürdürmesi ile İslam dünyasında da İslam adına ortalıkta dolaşan korkunç derecede bilgi kirliliği oluşmuştur. Mesele bu kirlikten temizi ayıklamak!.
Biraz daha yukardan detaya inmeden bakarsak;
Ehlisünnet dünyasında Hz.Ali denilince; yiğitliği, ilmi, farklı konulardaki ictihadinde isabetin yüksekliği, Peygamberimize damat oluşu cengâverliği, Ehl-i beyt’ten oluşu, küçük yaşta İslam’ı kabul edişi, ilk Müslümanlardan oluşu, Efendimizin vefatında O’nu yıkayıp, kefenleyip defnetmesi, Cemal ve Sıffın olayları, mağduriyetleri, evlatlarının şehit edilmesi ve islamı anlayışta ayrıcalıkların başına birileri tarafından oturtulmuş bir kimse akıllara gelir.
Ehli Sünneti in Hz Ali nin ilmi vasfından yeteri kadar nasiplenip nasiplenmediği hususunun toplumsal boyutunu belirlemek zaten mümkün değildir. Ancak, ilim adamlarının konuya yaşlaşımı herkezde aynı derece ve ölcüde değildir. Ancak bu husus Şiilerdeki kadar olmadığı muhakkakdır. Şiiler tarafından Hz Ali’ye yüklenen vasıfların(imamet, masumiyet, insanüstü bir varlık vb. ) dışında, onda görülmesi gereken çok önemli bir vasfı vardır ki, derin bir ilmi mevcuttur. Sorunları çözmede dini anlamada, daha birçok konuda ilk üç halifenin Hz Ali den nasıl faydalandığı bilinen bir gerçektir. Bu hakikate rağmen belli bir dönemden sonra bu büyük pınarın suyu bu camiaya yeterince akmamaya başlamıştır. Bunun sebebine gelince birinci olarak Hazreti Ali nin vefatından sonra saltanat döneminin başlaması ve bu saltanatın elden gidip ehlibeytin eline geçeceği korkusuyla yatıp kalkan emevi hanedanları kendi hükümranlıklarını sürdürmek adına camilerde kendi yönetimlerine methiyeler düzülmesini sağlamışlardır. Saltanat uğruna Hz Ali ve ehlinden nakledilen anlayışa, bilgiye, baraj koyarak akmasını engellemeye kalkmışlardır. Halkın ehlibeyte olan sevgisi bunların gözünü korkuttuğundan, aleyhde camilerde propaganda yapılmasını sağlamışlardır. Tabii bunu bütün emevi hanedanları için düşünmek mümkün olmasa da genelinde bu gerçek bir vakıadır. Sözün özü yönetimin güçlü olduğu yerlerde bu kanaldan gelen hadislerin çeşitli sebeplerle bloke edildiğini, yönetimin etkisinde kalan kabiliyetciliği ön planda tutan bazı din bilginleri tarafından bu bilgilerin karartılmış olduğunu görmek mümkündür.
Bir başka hususa gelince, tartışmaların özünü teşkil eden ancak, tartışmaların içinde olmayan İmamların Şiiler tarafından masum kabul edilip, peygamber gibi görülmesi ve bunu akide meselesi haline getirmeleri, imamlar adına binlerce hadis uydurmaları, bazı grupların Ali’yi ilah yerine koyması nedeniyle bu konuya korkuyla, kuşkuyla yaklaşılıp Şiileşiriz endişesiyle yeterince değerlendirilmediğinin bilinmesi gerekir. Yoksa bu kanaldan gelen bilginin reddedildiğinden veya gereksizliğinden değil.
Meselenin daha öncesine bakıldığığnda Hz Ali kendisi üzerinden yapılacak istismarları bilmekteydi. Bunu ortaya koymak istemiş bu durumla ilgili sevgili peygamberimizin sözlerini aktarmıştır. Şöyle ki;
İmam-ı Ahmed İbni Hanbel, imam-ı Ali’den şu hadis-i şerifi haber veriyor: Resulullah buyurdu ki: (Ya Ali, sen İsa gibisin! Yahudiler, Ona düşman oldu. Mübarek annesine iftira ettiler. Hıristiyanlar da, Onu aşırı yükselttiler. Ona yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar. Allahın oğlu dediler.) [İ. Ahmed]Hz. Ali bu hadis-i şerifi haber verdikten sonra,
“Benim yüzümden iki türlü insanlar helak oldu. Birisi, beni aşırı severek, bende olmayan şeyleri bana takarlar. Ötekiler de, bana düşman olup, birçok iftira yaparlar” buyurdu. Bu hadis-i şerif, haricilerı Yahudilere, Eshab-ı kirama düşmanlık eden rafızileri de Hıristiyanlara benzetmektedir.
İslam dünyası Hazreti Ali nin işaret ettiği noktaya düşmemek için temkinli davranmak istemişlerdir. Yoksa bu pınarın suyuna kendisini büs bütün kapatmayı ehlisünnete mal etmek de geçerli değildir. Zaten Mutasavvıflar pir olarak silsilenin başında Hz. Ali yi görürler. Onunla yatar onunla kalkarlar. Bu cenahta Hz. Ali anlayışı en ince detayına kadar bilmek ve yaşanmak istenen bir husustur. Hatta bütün tarikat silsilesinde başta imamı Cafer olmak kaydıyla ehlibeyt mensupları vardır. Bununla kalınmamış Hz Ali yakın olarak bilinen Selman Farisi de yine mutasafıfların üstatlarındandır. Zaten Osmanlı döneminde de bu ruh islamı dünyaya yaymıştır. Bu konuda; Bilhassa imamı Cafer sadık Hazretleri ile ilmen fikren beraber olan büyük imamlarımız vardır. İmam ı Azam Ebu Hanife gibi. Ebu Hanife, ehl-i beyt imamlarına bağlılığı, sevgisi nedeniyle işkencelere maruz kaldığı bilinen gerçeklerdendir. Kendisini yetiştiren Üstatlar arasında İmamlardan Zeyd bin Ali, Muhammed Bakır, Cafer Sadık’ın olduğu unutulmamalıdır. Ebu Hanife’nin Şia Karşısındaki Tutumuna gelince;
İmamı Azam Ebu Hanife ehlibeyt karşı büyük bir sevgi ve saygısı mevcuttu. O sıkıntılı dönemlerde hiçbir zaman yönetimin yanında yer almamış her zaman ehlibeytin yanında olmuş bunun yüzündende büyük sıkıntılara, eza ve cefalara mazur kalmıştır. Sonunda da bu sevgisi yüzündün hapiste zehirlenerek şehit gitmiştir. İmam zeydin Mücadelesine maddi katkı zağlamış ancak, babasına verdiği sözden dolayı bu mücadeleye fiilen katılmamıştır. Ebu Hanife Ali taraftarı olmasına rağmen hiçbir zaman ashaba düşman olmamış onların fazilet derecelerini inkâr etmemiştir. Çünkü o günlerde yakınında olduğu ehlibet imamlarınında sahabe düşmanlığı gibi bir inanc tavır ve tutumları bulunmamaktaydı. Bundan dolayı Ebu Hanife’nin Hz.Ali taraftarlığı Ashabın fazilet derecelerini görmesine mani olmamıştır. Hz.Ebu Bekir’in takvasını takdirle anar, ticarette O’nun gibi olmaya çalışırdı. Kendisine ‘Sen dinde hangi fırkadansın’ diye soran birine ”..selefe sövmeyen, kadere iman eden, günahtan dolayı kimseyi tekfir etmeyen sınıftayım”. Diye cevap vermiştir.Ebu Hanife Al-i Beyt imamlarının Hz.Ebubekir ve Hz. Ömer’e sövdükleri söylentisinden Ehl-i Beyt’i beri tutuyor..Bunun yalan dolan ve Ehl-i beyt imamlarına sürülmüş bir leke olduğuna biliyordu. Çünkü bunlarla aynı dönemde iç ice yaşamışlardı. Hz.Ebubekir’le Ömer’e sövülmesine tahammül edemiyordu. Al-i Beyt’e olan şiddetli taraftarlığı Ebu Hanife’yi başkalarından ilim öğrenme konusunda engellememiştir. Üstatlarının herhangi bir siyasi temayülü olmamıştır. Ebu Hanife’nin fıkhı Zeydiyye fırkasının görüşlerine yakındır..Ebu Bekir ve Ömer’in halifeliklerini doğru bulur ve vasiyet yoluyla Halife’nin Peygamber tarafından tayin edilmiş olduğuna kani değildir. Bunlar Zeydiyye’nin de görüşleridir. Kendi asrındaki emevi ve Abbasilerden olan yöneticilerle ilgili olarak siyasi düşüncesi onların Hilafeti gasbetmiş oldukları şeklindedir..Hz. Ali taraftarıdır..Yaşadığı dönemde Hilafet’in Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan doğma evlatlarının hakkı olduğuna inanır. Çünkü liyakatiyle, ilmiyle, ahlakıyla halkın istediği, yönetici ehlibeyt mensuplarıdır. Burada bir gasp söz konusudur.” Muhammed Ebu Zehra’nın ‘Ebu Hanife’ isimli kitabındaki yaklaşımda böyledir. Sonuç olarak bakıldığında Ebu Hanife sahabe arasında ayrım yapmadığı, hiçbirine sövülmesine razı olmadığı, Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın halifeliklerini tartışmadığı görülmektedir. Emevi ve Abbasi dönemlerinde Hz. Ali evladının halifelik hakkının gasp edildiğine inanarak kendi döneminde siyasi görüş olarak Ehl-i Beyt taraftarlığı yapıyor, sohbetlerinde cemaate bu konudaki görüşlerini apaçık anlatıyor, hatta bundan dolayı oğlu zindanlara atılıyor. Fakat fiilen ayaklanmalara katılmıyor. Kendi döneminde yaşayan ve yakını olarak bilinen İmamı Cafer ve İmam-ı Zeyden imamların masumiyeti itikadi anlamda bir imamet inancının olduğunu hiç duymamış olduğundan o dönmelerde imamların gıyabında Şiacılık yapanlardan uzak durmuş hatta onlardan söz konusu imamların da uzak durduğuna şahit olmuştur..Diğer İslam mezheplerinin de imamlarının görüşleri Ebu Hanife ile aynıdır. Ehlisünnet imamlarının İslami görüşleri ile ehlibeyt imamları arasında bir fark bulunmamaktadır. Hatta Sünni meshep imamlarının hemen hemen hepsinin ilim kaynağı ehlibeyt imamlarının kaynığı ile aynıdır. Şiacılar kendi ürettikleri düşüncelerini ehlibeyt imamlarına yamamışlardır. Emevi hanedanlığı kendi hükümranlığı sürdürüp sağlamlaştırma faaliyetlerini sürdürürken bunun etkilerinin halka yansıması farklı şekillerde olmuştur. Siyasi sebeplerle çıkan karmaşa mezheplerin inanç esaslarına da yansımıştır. Siyasi tarafgirlik mezhepsel farklılaşmaları etkilemiştir. Dönemin siyasi otoritesini desteklemek için uydurulan hadislerle ve yönetime düzülen övgülere muhalif tarafın aşırıları, yezit gibi bir hain için hadis uyduruluyorsa, methiyeler düzülüyorsa, övülmeye daha layık ehlibeyt adına neden uydurulmasın mantığı ile mağduriyeti ve mağduriyetin iktidarını sağlamak için imamlar adına yüz binlerce uydurdukları hadisleri dinin bir parçası haline getirmişlerdir. Ancak, gerçek İslam âlimleri güçlü ve hassas yaklaşımları ile neyin doğru neyin yanlış nelere güvenilmeli nelere güvenilmemeli konusunu apaçık ortaya sermişler, ilim halkaları kurarak yanlışların bu halka içine sızmasını engellemişlerdir. Ayrıca da halkın bu olumsuzluklardan etkilenmemesi için büyük cabalar göstermişlerdir.
Emevîler döneminde ortaya çıkan birçok isyanda Ehl-i beyt’in intikamını alma düşüncesi, Şiîliğin gelişmesine önemli katkı sağlamıştır. Şiiler, bu siyasi gelişmeleri dini bir hüviyete çevirirken, gelişmelerden hoşlanmayan halk ve gerçek ilim sahiplerinin çoğu da iktidarın yanında olmayıp züht hareketi ile kendi inançlarını sürdürme ve gayreti içine girmişlerdir.
O karışık dönemde özellikle Tebe-i tâbiîn” döneminde iyice genişleyen İslâm dünyasında refah seviye¬si yükselmesi ve Hz. Ali’nin muhalifleri olan Emevî idaresinin dinî kaygılardan ziyade dünyevî emellere dayanan idare tarzına duyulan tepkinin züht hareketi olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. Halkın ibadet ve zühd konularına yönelenle¬rine yeni bir takım adlar verilmeye başlandı. Bunların başında Sûfî adı gelir ki; Tasavvuf ehline verilen bu isim ve sıfatlar arasında en çok tutulanıdır. Sühreverdî, mukarrebûnu sûfiye, ebrârı mutasavvıfe anlamında kullanmaktadır. Sûfî, Cenab-ı Allah’a kurbiyetten, ruh makamına yükselen kişi olduğunu, mutasavvıfenin ise zühd hayatına özenen kimse olduğunu söylemektedir. Sûfilerin Hz. Ali ve ehl-i beyt eksenli fikirlerinin kaynaklarını ilk dönemden itibaren anlayışı saptırmadan, Hz. Ali ile ilgili aktarılanlara sahip olmuşlar onlar tasavvufî düşüncenin ya da züht hareketinin oluşumunu bu kaynaktan beslenerek oluşturmuş ve hayat bulmasını sağlamışlardır. Hz. Ali’nin hilafeti esnasında diğer Müslümanlarla yapılan savaşlarda ganimet almayı yasaklaması onun dünya malına değer vermeyişinin göstergesi olarak algılanmış, bu anlayış züht hareketinin ilk adımlarını oluşturmuştur. Bu hareket; ehl-i suffeye benzeme gayreti ve ehlibeyt sevgisi ile beslenmiş, ancak diğer sahabeye hiçbir zaman küfretmemişlerdir. Hatta İran coğrafyası da bu züht hareketinden etkilenmiştir. Hz Ali farklı gözle anlatanlardan dinlersek; Zühd döneminin sonlarında vefat emiş olan Bişr-i Hâfî’yle (ö. 227/842) ilgili olarak da bir rivayet mevcuttur. Buna göre o şöyle demiştir: “Bir gece rüyada gördüğüm (Hz. Ali) Murtezâ’ya: ‘Yâ Emîre’l-mü’minîn! Bana nasihat et!’ dedim. Dedi ki: ‘Rahman’dan sevap almaya tâlib olarak zenginlerin fakirlere şefkat göstermeleri ne hoştur! Bundan daha hoş olan, Hallâk-ı Cihân’ın keremine itimad ederek fakirlerin zenginlere karşı gururla davranmalarıdır.
Yine bu dönemin ünlü simalarından biri olan ve Hz. Ali’yi ashabın en zâhidi olarak takdim ederken zühdün nitelikleri ile alakalı olarak kendi görüşünü dile getiren Süfyân-ı Sevrî (ö. 161/778) şöyle demektedir: “Çok kadına sahip olmak dünyadan değildir. Çünkü sahabenin en zâhidi olan Hz. Ali’nin bile dört eşi, dokuz câriyesi vardı. Demektedir.
Yine Hasan Basri nin samimi duygularını ifade eden bir cümlesi “Yemin olsun ki, Allah’ın oklarından birini kaybettiniz. O, Allah’ın emirlerine karşı gelmedi, Allah’ın malını çalmadı. Kur’ân’ın onun lehinde ve aleyhindeki hükümlerine uydu. Helali helal, haramı da haram bildi. Ta ki bu hasletleri onu güzel cennet bahçelerine kavuşturdu.”
Fahreddin Razi, “Ehl-i Beytim Nuhun gemisine benzer; binen kurtulur” ve “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız hidayete erersiniz”( Aclûnî, I, 132) rivayetlerini nazara verip şu yorumu yapar: “Şimdi biz mükellefiyet denizindeyiz. Şüphe ve şehvet dalgaları bize çarpmaktadır. Denizde yol alan iki şeye muhtaçtır:1-Sağlam bir gemi.2-Işık saçan yıldızlar.
İşte, böyle bir gemiye binen ve yıldızlara bakarak yol alanların kurtulma ümidi fazla olur. Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyte muhabbet gemisine binmiş, sahabe yıldızlarına bakarak yol almaktadır.”
İmam Kuşeyrî, kendini rûhânî hayata salan sofilerden bahsederken özetle şöyle der: Müslümanlıkta büyüklüğün ünvanı olarak, Allah Rasûlü’ne arkadaşlık ünvanından daha büyük pâye yoktur. Bu mazhariyet başka dönem insanlarıyla paylaşılmayacak kadar büyük bir mazhariyettir. Bundan sonra en büyük nam ve pâye ise, Allah Rasûlü’nün ashabını görüp tanıma bahtiyarlığına ermişlerin ünvanı olan “tabiîn” ünvan-ı celîlidir. Bu kadri yücelerden sonra da tâbiînle buluşup görüşme mutluluğuna ermişlerin nâm-ı celîlü’l-kadri olan “tebe-i tabiîn” gelir.. bu üç aydınlık zümrenin gurûbuna ve bu arada bir kısım fitnelerin zuhuruna muhâzî olarak da fıkıh cephesinde fakîhler. hadis cephesinde muhaddisler, akaid cephesinde muhakkikîn-i mütekellimîn çok önemli misyonlar edâ ettikleri gibi İslâm’ın rûhî cephesinde de en önemli tecdidleri sofiler gerçekleştirmişlerdir.
Bediüzzaman ehl-i Şia’nın bu delillerini tek tek analiz ederek, Hz. Ebubekir ve Hz. Ali’nin farklı özelliklerinin yaşanan sonucu ortaya çıkardığını açıklar. En başta şunu belirtmek gerekir: Hz. Ali ilk üç halife zamanında Medine’de ikamet ederek, dini ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. Kur’an ve hadis konusundaki derin ilminden dolayı, hem Hz. Ebubekir’in (r.a.) hem de Hz. Ömer’in (r.a.) özellikle fıkhi meselelerde fikrine müracaat ettikleri bir sahabi olmuştur. Yirmi seneden fazla üç halifenin adeta “şeyhülislamlığını” yapması mevcut duruma itiraz etmediğini belirler. Ayrıca ilk üç halife zamanındaki fetihler ve düşmanla mücadele ile Hz. Ali (r.a.) zamanındaki vakıalar “hilafet-i İslamiye noktasında Şiaların davalarını cerh ediyor.” Bediüzzaman, Şialar’ın delillerinden olan; (a) Hz. Ali hakkında senâkârane hadislerin çok olmasını iki nedenle açıklar. Bunlardan birisi, Emeviler ve Hariciler Hz. Ali’ye (r.a.) haksız hücumda bulunduklarından, ehl-i Sünnet ve Cemaat Hz. Ali hakkındaki rivayetleri çok neşretmişler. Diğerine gelince, Hz. Peygamber (s.a.v.) peygamberlik nazarıyla, ileride Hz. Ali’nin (r.a.) başına gelecek üzücü olayları ve dahili fitneleri görmüş, Hz. Ali’yi (r.a.) meyusiyetten ve ümmetini Onun hakkında su-i zandan kurtarmak için, “Ben kimin dostuysam, Ali’de onun dostudur” gibi mühim hadislerle Ali’yi teselli ve ümmeti irşat etmiştir.(b) Hz. Ali’nin “şah-ı velayet” ünvanıyla evliyanın çoğunluğunun ve tariklerin kaynağı olması meselesine gelince, Hz. Ali’yi sevmek. Bediüzzaman böyle düşünenlere, “Acaba böyle kahraman-ı İslam ve ve esedullah ünvanını kazanan ve sıddıklerin kumandanı ve rehberi olan bir zatı riyakar ve korkaklık ile, sevmediği zatlara tasannukârane muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşaat etmekle, haksızlara tebaiyet kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hz. Ali (r.a.) teberri eder.” diyerek Ehl-i sünnet âlimleri gibi şu sonuca ulaşır. Eğer Hz. Ali ilk halifeleri hak görmeseydi, onları tanımaz ve itaat etmezdi. Haklı gördüğü için şeceatını hakperestçe kullanmıştır. Hz. Ali’den nakledilen sözler bunu doğrular niteliktedir. İbn Abd-ı Rabbih’in El-Ikdu’l-Ferid adlı eserinde nakledilen bir sözünde Hz. Ali şöyle der: “Ey Allah’ım! Ona ilk iman eden benim, yine Onu ilk yalanlayan ben olamam. Bende Hz. Peygamberin bir vasiyeti yoktur. Şayet böyle bir şey olsaydı ne Temim ne de Adiyy oğullarından birisini minberde bırakmazdım.”
656′da Hz. Osman’ın katillerinin bulunması için bir araya gelen, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Hz. Ali’nin elçisi Ka’ka’dan Hz. Osman’ın katillerinin halife tarafından bulunmasını istediler. Görüşmeler sonucu meseleyi sulh yoluyla halletmeye karar verdiler. Bu arada Müslümanların birlik olması asilerin huzurunu kaçırıyordu, iki taraf birleşirse kendilerini yok edebilirlerdi. Abdullah b. Sebe ve yandaşları sulha mani olmaya karar verdiler. Ertesi gün güneş doğmadan görevlendirilen kişiler aracılığıyla kargaşa oluşturup “Ehl-i Kûfe baskın yaptı,” “Ehl-i Basra baskın yaptı” şayiasını yaydılar. Sonunda Abdullah b. Sebe ve yandaşları istediklerine kavuştular. Binlerce Müslüman’ın kanı aktı. Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi Aşere-i Mübeşşereden olan sahabeler şehit edildi. Bu savaşta Hz. Aişe devenin üzerinde bulundu. Bediüzzaman Cemel savaşını, adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin savaşı olarak analiz eder. Hz. Ali, önceki halifeler dönemindeki gibi adalet-i mahzayı esas aldı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’de adalet-i mahzanın tatbiki müşkül olduğuna inanarak adalet-i izafiye yönünde içtihad yapmışlardı. Her iki tarafta Allah için içtihad etmişlerdi Bundan dolayı hem katil, hem maktul ehl-i cennet olmuşlardı. Hz. Ali içtihadında haklı olduğu halde, her iki tarafta içtihad neticesi savaştığı için, “içtihad eden hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa bir nevi ibadet olan içtihad sevabı, olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur.”
Bediüzzaman bu savaşın genel niteliğini hilafet ve saltanatın savaşı olarak görür. Hz. Ali, “ahkam-ı dini ve hakaik-i İslamiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için, azameti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler. Siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip, ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler” Hz Muaviye’nin bu hatası alem-i İslamiyenin Hilafetten ayrılmasına ve uzun süre devam edecek olan saltanat devrinin başlamasına zemin hazırlayacaktır.
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emevilerle mücadelesini tahlil ederken, din ve milliyet savaşı olarak belirtir. Çünkü Hz. Hasan ve Hüseyin Âl-i Beyt’i nurani silsilesinin başlangıcı olarak Hilafet-i İslamiyeyi temsil ederlerken, Emeviler Arap milliyetçiliğini temsil ediyorlardı.. Meselâ, Ehl-i sünnet ve Cemaat adı altında Vahhâbîlik ve Haricilik fikri girdiği için, bazıları Hz. Ali’yi tenkit etmişler. Bu da Ehl-i sünnetin hesabına yazılmış. Bundan dolayı Aleviler Ehl-i sünnete karşı soğumaya başlamışlar.
Bütün bu karmaşalar içinde Hz. Ali’yi ilmi kişiliği ile ne kadar tanıyabildik, Ehl-i Beyt’i sevmenin hakkını verebildik mi? Biraz düşünülmesi gerekir…Ebu Hanife’nin bunu fazlasıyla başardığı görülüyor..Bugün Hz. Ali ile diğer sahabeler arasında çıkan anlaşmazlıkların sebeblerine tam vakıf olma imkanı yokken bunu değiştirme tersine cevirme ihtimali bulunmadan taraf olmanın, geçmiş bir olay için dinde ayrıcalık yapmanın kime ne faydası olabilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder