Son zamanlardaki Kuran merkezli düşünce tabirini kullananların söylemlerini dinleyenler, bu tabirin altında yatanların ne olduğunu anladıkça bu söylemden rahatsızlık duymaya başladı. Bunlar tamamen haksız da sayılmazlar. Bugün bu yaklaşımı çok kullananlara baktığınızda; sizin inandığınız tevhit inancını öylesine yanlış, öylesine zannı algılıyor ki buna şaşırmamak mümkün değil. Hiç düşünmediğiniz akletmediğiniz bir anlayışı size yamayarak belden aşağı vuruyor allak bullak etmeye çalışıyorlar. Bu süreci yürütenler; sahabeyi, tanınmış kabul görmüş büyük alimleri hatta Hz. Peygamberi bile bir çırpıda silerken, sizin Kuran la olan bağınızı kesiyorlar. Sonuçta bir takım sihirli sözcüklerle İnsanları mevcut inançlarından koparırken, Kuran merkezli düşünceye götürüyoruz iddiasında bulunanların kendi düşüncesini Kuran ın merkezine koyduğunu göremiyorsunuz bile!. Yani Kurana gidiyorum derken, Hz peygamberi görmezden gelip kendi egosu içinde debelenenleri kendi nefsanî anlayışını Kuranla örtüştürdüğünü, burada ben de varım dediğini anlamak ilk etap da kolay olmuyor tabii.
Bunların dışında "Kur'an Müslümanlığı", "Kur'an'a yöneliş hareketi", "Kur'an bize yeter" söylemleri, "Selef Müslümanlığı", "Ehl-i Hadis Müslümanlığı" ve "Mezhepsizlik" gibi islamdaki bazı kavramların birbirinden ayrıştırılmaya çalışıldığı bariz bir gerçektir. Tarih boyunca islama hizmet etmiş islamı dünyaya yaymış anlayışı yok etmek için, son üç yüz yılda görülen olumsuzlukları sürecin tamamına kapsıyormuş gibi karalanması anlaşılır gibi değildir. Bu güzide insanların son yüz yıllardaki temsilcilerinin hizmet anlayışında islamın özünden uzaklaşılarak şekilcilik içinde çıkış yolu bulmaya çalışmaları bahane edilerek bütün saldırılarını İslamın kendisine yöneltmişlerdir. Bu yaklaşımda doğru niyet aramak tabi ki mümkün değildir. Burada aranması gereken ya gaflet ya da nefsin bir oyunu!. Ama her halükarda bunun ikisinin de etkisi görünmektedir.
Konulara çağdaş düşünce ekseninde yaklaşan bu gruplar farkında olarak yada olmayarak İslam dünyasındaki geri kalmayı, bir zamanlar islamı dünyanın önderi yapan anlayışa yıkmak istemektedirler.
Bu kadar bilgi kirliliği içinde olan insanların kime güveneceği sorusu hemen akla geliyor. O zaman şu asla unutulmamalı. Hz peygamber Kuran merkezinin dışında değildir. O merkezin tam ortasındaydı. Kuran merkezli demek Peygamber anlayışı demek olmalı. HZ Peygamberin olmadığı bir yerde KURAN merkezi de yoktur. Peygamberin olduğu yerde de sahabe vardı. Bunların üçü de birbirinin tezadı ya da alternatifi değildir.
Bazı anlayışlarda HZ peygambere tamam deseler de O’na da kendilerince bir sınır getiriyorlar. Sahih söylemlerini bulandırmaya, yok etmeye ortadan kaldırmaya yönelik ne söylenmesi gerekirse onu söylüyorlar. Yani bir şekilde HZ Peygamber sünneti ve sözleri dışında, Kuran’ı istedikleri gibi tevil ederek bir inanç ortaya koymaya çalışıyorlar.
Bu yanlış inançlara müptela olup toplumların bölük pörçük hale getirilmesine katkı sağlayanlara, nefsani arzularından dolayı ayrımcılık çıkartanlara Cenabı Allah şunu demiyor mu?
- Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir. 6/159
- Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın 30/31
- (O ortak koşanlardan olmayın ki onlar), dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizip (parti) kendi yanındakiyle sevin(ip övün) mektedir. 30/32
- Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kûran ile) onlara karşı büyük cihad et 25/52
İslamda fitne hareketleri malesef ki tek boyutlu değildir. Her yerde her cephede farkında olarak yada olmayarak bunu yapanlar mevcuttur. Esas konumuza dönersek;
Yani İslam dünyasının bütününde anlayış birliği bulunmamaktadır. Her geçen günde bu anlayışın daha bölük pörçük hale getirilmesi için planlı çalışmalar vardır. Hem şii dünyasında hem de diğer İslam dünyasında.
Son yüz yılda şii dünyasında büyük bir toparlanma göze çarpmakta şii fırkaları imamiye fırkası içinde erimeye yüz tutmuş görünmektedir. Ancak, bu bütünleşmenin içine giren her anlayış yine kendi yanlışlarını geldiği yere bırakmama gayreti içindedirler.
İslam inancında olanlar, hangi cenahta olursa olsun inandığı Allah ın nasıl bir Allah, kabul ettiği bir peygamberin de nasıl bir peygamber olduğunu iyi bilmek zorundadır. Bu konuyu kimsenin yorumuna teslim etmemelidir. Eğer bunu bir takım anlayışların eline bırakırsa ortada inanç diye bir şey kalmayabilir. Çünkü insan aklı öylesine fitne üretmede maharet sahibidir ki sapı samana karıştırır ekmek diye yedirebilir! İnanç dediğimiz mevhumun esaslarını inceleyip kabul etme basit bir alışverişteki özenden daha fazla özen isteyen bir husustur. Her insan gerekli özen ve itina ile orta yolu elden bırakmamalı. Ancak burada şöyle bir çıkmaz var ki, her görüş kendini orta yol ve doğruluk üzerinde göstermektedir. İnsanlar da hangi ortam ve kültürle beslenmişlerse o ortamın doğruları onun sarsılmaz doğruları olmuştur. Hakikat namına duyduğu şey eğer kendi doğruları arasında yoksa onu öğrenmek istememiş onun batıllığını sergilemek için arguman üretmeye başlamaktadırlar. Allah bu yaklaşımdan cümle insanlığı kurtarsın İnşallah…
İnsanlar kafa karışıklığından kurtulmak için şu soruların cevabını Hz Peygamber sözünden ve sağlam delillerden öğrenmelidir.
Nasıl bir Allah’a inanıyorlar?
Allah verdiği kararlardan vazgeçer mi?
İnandıkları Allah seçtiği Peygamberini aldatır mı?
Kabul ettikleri Peygamber İnsanların şerrinden ve kıskançlığından korktuğu için Allah ın emirlerini uygulamada erteleme yapar mı?
Allah ile Peygamber arasında bir çekişme olabilir mi?
Peygamber kabul edilen bu yüce zatın küçük hesapları olur mu? Başlangıçta tek başına iken hiçbir şeyden korkmadan tebliğ eden bütün zorluklara göğüs geren bir peygamber en güçlü olduğu dönemlerde önceki şahsiyetinden farklı davranır mı?
Farklı davranırsa bu ona yakışır mı? Allah Hz peygamberden sonra “İmamet sürecini” islamın geleceği için elzem görmüşse bunu gerçekleştirmede yetersiz mi kaldı?
Allah imamet konusunu İslamın olmazsa olmazı, imanın bir parçası saymışsa, abdest namaz oruç vb. hususlar gibi aynı netlikte, Kuran da herkesin anlayacağı bir ifadeyle neden yer vermedi?
Eğer bu emir gizli ya da gizemli gönderilmişse, bunu duymayan bilmeyen insanlara bu emri neden dikkate almadınız sorgusu, Allah’a yakışır mı?
Allah Kuran ı kendisinin koruyacağını vaat etti. Böylesine imani bir konuyu açıkça kuranda ifade etmemesinin insanlar arasından bir tefrikanın meydana getireceğini göremedi mi?
Hâşâ Allah kullarına tuzak mı kurdu?
Kuran ın yorumu kuran ın kendisimidir?
Allah Kuran ı anlaşılsın diye mi gönderdi, yoksa birileri anlasın onlar herkese anlatsın diye mi gönderdi.
Eğer birileri anlasın diye gönderdiyse diğer insanların Kuran okumaya ya da anlamaya çalışmasına gerek var mı?
Hâşâ Kuran fitne bir kitap mıdır?
Eğer insanlar birileri tarafından sürü gibi güdülecekse Allah insana aklı, fikri ve vicdanı niye verdi?
Kullanılmadan birilerine kiraya verilen akıl neye yarar?
……………………………..?
Şu bir gerçektir ki, Kuran’ı kerimin aslında da imamete iman diye bir emir yoktur. Ancak, yanlış yorumlar teviller kişilerin inandıklarını kuranda bulma çabası neticesinde Kuranın anlamına yapılan yamalarda böyle anlayışlar bulabilirsiniz. Tabii buna da itibar edilmez. O ifadelerden insanın Allah’a karşı da sorumluluğu yoktur.
İkincisi Hz Peygamberin sözlerinde böyle bir anlayış ve ifade de yoktur. Ancak Hz peygambere ve imamlara sonradan onların gıyabında söylettirilmiş sözler arasında bu anlayışı bulabilirsiniz. Hemen size bu konu ile ilgli hem Kuran dan hem de hadislerden delil getireceklerdir. Bu getirdikleri delili kaynağından incelerseniz anlaşılır ki delil diye ortaya sürdükleri meseleler başka şeyler için söylenmiş sözlerdir. Yani zorlama yorum ve teviller olduğu anlaşılır. Bu tür tuzaklara düşmemek için onların delil saydıkları metinlerin gerekçelerini bilmeniz gerekir. Aynı kaynaklarda yüzlerce yerde böyle bir inancın olmadığı doğrudan ve dolaylı söylenmiştir. Onlara hiç bakılmaz, yada bakmazlar. Niçin baksınlar ki onların derdi oradan bir şey öğrenmek değil kendi iddialarına sizden kılıf aramaktır. Meseleye bakarken iyi bir bakış acısı sergilemek gerekiyor mesela Hz Peygamberimiz kimin halife olması gerektiğini veda hutbesindeki yüz binin üzerindeki topluluğa açıkladığını söylemekteler. Eğer öyleyse halife seçildiği gün onca insan bu hakikati neden sakladı neden sustu? Hz Peygamberin vefatından hemen sonra idareciyi seçmek üzere toplanan cemaatten her hangi birisi çıkıp da, halifeyi seçmek bizim belirleyeceğimiz bir husus değil, bu şu ayette belirlemiştir, onunda da Hz Ali olduğu Hz Peygamberimiz tarafından söylenmiştir diye neden müdahalede bulunmadı? Yoksa HZ peygamber yanlış insanlarla mı arkadaşlık dostluk, akrabalık etti. Basireti bağlımıydı? Gerçekleri görüyordu da korkusundan mı saklıyordu? Yoksa arkadaşları Hz peygamber zamanında öyle değil di de hemen vefat edince mi bozuldular? En zor şartlarda canları pahasına imanlarından zerre kadar taviz vermeyen insanlar nefislerine uymazken, daha kolay şartlarda içinde ölüm kalım olmayan bir davaya mı imanlarını sattılar? Ne oldu bunlara? Bunlar birden bire küfür batağına mı girdi!? Hâşâ bütün bu insanlar ilk günden itibaren mi zındıklaştı? Bu iddiaları doğrulamak adına uydurulan yalanlar toplum vicdanını kanatan kelbela faciasının istismarı ve acıtasyonun içine öylesine gizlenmiş ki, meselenin bütünündün haberi olmayan masumlar tarih boyunca yanıltılmış zehirlene gelmiştir.
Böyle bir yalana inanmak peygambere saygısızlığın ötesinde bir şey değil mi? Atılan iftirayı doğrulamak adına bugün ellerinden geleni yapanlar, mevcut kurgulara yeni ilave çalışmaları ile mezhebi muzafferiyetini sağlamak gayreti içinde olanların hali nice olacaktır!..?. Bunlar Allah resulünün huzurunda nasıl duracaklar Allah basiretlerini açsın demekten başka çıkış yolu da yok galiba.
Bu süreci başlatan ve yürüten Yahudi asıllı bir takım insanlar masum bir ehlibeyt sevgisi içinde olan şiilerin arasına girip, Ehl-i beyt için kavga veriyor görünüp bu yolla birçok yalan, hurafe ve sapıklığı Şiiliğe soktuklarını gizlemeye çalışmak birilerinin işine gelse bile bütün tarihçilerin hem fikir olduğu bir gerçek olduğu unutulmamalı.
Şianın imamet inancını ve bu inancın getirilerini irdelendiğinde;
imam imparatorluğunun hiç sarsılmadan sürdürülmesi ilk karşınıza çıkan bir olgu olacaktır. Büyük kayboluş olana kadar imametten çıkar sağlayanlar getirisinden, büyük kayboluş sonrası yerine oluşturulan taklidi imamlıktan menfaat sağlayanların getirilerinin daha büyük olduğu bu çıkarın bir sektör oluşturulduğu gözden kaçmaz,
Şii inancında toplanan verginin beşte birinin imamlara verilmesi hususu ile toplanan zekâtın fakirlere doğrudan değil de imamlar vasıtasıyla verilmesi meselesi merkezini oluşturmaktadır.
Bunun neticesinde bu toplumlarda her dönemde fikri ve sosyal gerilimler hiç eksilmeden sürdüğü, bunun sebebi de mezhep liderlerinin peşine düşüp hiç sorgulama yapmadan sosyal ve manevi hayatlarını düzenlemeyi onlara vermelerinden kaynaklandığı da bu hakikatlerden birisidir. Söz konu manevi liderlerin hepsinin aynı olduğunu söylemek de hiçbir vicdana uygun düşmese de bu liderlerin çoğunluğu “Büyük Kayboluş” tarihinden günümüze kadar, Şiiler’in akıllarındaki fikri bidatı kontrollerinde tutmaktadırlar. Şurası hakikattir ki, bu liderlerin fikirlerinin sınırlı kapalı olmasının nedeni, Şiilerin mallarından elde edilen Humus adı altındaki mali imtiyazların varlığı!.. Bu imtiyaz onlara toplumu yönetme ve yönlendirmede mutlak gücü sağlarken, gözlerindeki perdenin kalıcılığını pekiştirmişdir. Şiilerin mezhep liderlerindeki dünya malına karşı iştahının güçlülüğü Tarih boyunca cemaatin hakikate karşın uyanmasını engellemiş, adeta onlarla alay edercesine oynamışlardır.
Bu hususu daha önce Şii olan bir mazlumun Şiilikten neden kaçtığının ifadesi bizi aydınlatacaktır. Hikayeyi nakleden Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş bir makalesinden alınan alıntı aynen nakledilmiştir.
“Bağdad'da önce şii iken sünni olan bir gencin anlattıklarına ve benim de bizzat Bağdad ve Necef teki müşahedelerime göre şia arasında dini inanç ve tatbikat şöyledir:
1- Dua: Şiaya mensup her fert oturur, kalkar "Ya Ali" ve "Ya eba'l- Hasan al-avnu mink: Ey Hasan'ın babası, yardım sendendir", "Ya eba'li ğays ğisni Ye ya Ali edrikni: Ey yardımcı hana yardım et, ey Ali bana yetiş", "ya hadıra'ş-şeddih ya Eba'I-Hasan Ali: Ey dar zamanlarda yetişen, ey Hasan'ın babası Ali" gibi hitaplarla Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali gibi öteki imamlardan da yardım isterler ve her birine ayrı özellikler verirler. Örneğin: Hz. Hasan'ı ziyaret etmenin vacib ve Beytullah'ı haccetmeğe bedel olduğunu söyler, onun adiyle yapılan duanın kabul edileceğine inanırlar. Ahbas ibn Ali (r.a.) nin delileri ve bunakları iyi ettiğine inanırlar, şifa bulmak için çeşitli yerlerden kabrini ziyarete gelirler', adaklar adarlar. Adağını yerine getirmeyenin başına bela geleceğine, fakir düşeceğine inanırlar. Ziyaret esnasında şöyle yalvarırlar: Ya Eba ra'sal-harr, ya Ebiı'l-Fadl al-Abbas, ya Kamera beni Haşim: Ey sıcak haşın babası, ey Fadl'ın babası Ahbas, ey Haşim oğullarının ayı". İki hasım, gerçeği ispat için Hz. Abbas'ın huzurunda yemin eder. Türbenin önüne oturur, Hak adına Ye onun adına and içerler. Huzurunda yalan yere yemin edenin deli ve bunaklık gibi bir kötülüğe yakalanacağına inanırlar.
İmam Musa Kazım'ı, "İhtiyaçların görüldüğü kapı" diye nitelerler. Onu ziyaret edenin dileği olur, derler. Türbesi, dileklerinin olması için her taraftan gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Bu tür inançları orada bulunan görevliler de kuvvetlendirmeğe çalışırlar. Halkın dikkatini çekmek için türbelere özel sıfatlar verirler, onları ziyarete teşvik edici sözler söylerler. Tabii ne kadar ziyaretçi gelse hizmetlinin o kadar yararı vardır. Dileği yerine gelen kimse türbedara ya bir koç, ya da para verir. Adağını ona bırakır .. Orada bulunan hizmetliler, ziyaretçilerden bir şeyler koparabilmek için riyakar, yalaka bir yüzle ziyaretçilerin etrafında dört dönerler. Hatta bazen teberrük için ziyareti makbul olsun
diye ziyaretçiyi türbenin demir parmaklığına bağlarlar. Türbeleri ziyaret etmenin de kendine özgü adabı vardır: Ziyaretçi, de kapıdan eğilerek ve essela mü aleyke ya seyyidi ve ya mcvlaye ya hadıra'ş-şedaid ya Eha'I-IIasan Ali" diyerek girer. Kabre
yaran iç kapıya gelince kapıyı öper, eşiğin sol tarafına geçip eşiği öper, dua eder, dilek diler, kendisini Allah'a yaklaştırmasını, kıyamet gününde kendisine şefaatçi olmasını imamdan ister. Kabe etrafında döner gibi türbenin etrafında döner. Türbenin parmaklıklarına ellerini sürer, öper. Tiirhede namaz kılar. Fakat namazda kabri, arkasına veya yanına değil, önüne alarak kılar. İmamın kendisine imamlık yaptığına inanır. türbenin önünde namaz kılmak caiz değildir. Tabii namaz kılarken öteki ziyaretçiler önünden gelip geçerler. Bir sıkıntı zamanında Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali, sıkıntı ve belaları açan, belaları savan, dar zamanlarda yetişendir. Hasta şifabulmak için, hamile kadın kolay doğrıırmak için Hz. Ali'den yardım ister.
2) Namaz: Şiaya göre secde yalnız temiz toprak üzerine yapılır . En temiz toprak, Kerbela toprağıdır. Onun için secde yerine kerbela çamurundan yapılmış, türbe dedikleri ufak bir şey koyar, onun üzerine secde ederler. Bu türbenin, Hz. Hüseyin 'in kanıyla sulanmış toprak olduğuna inanırlar. Bu aynı zamanda Ca'feriliğin bir sembolüdür. Bunu ceplerinde taşırlar. Şayet Iıu yoksa bir yaprak veya toprak üzerine secde ederler. Bu toprak onlarca mukaddestir, ayakla çiğnenmez. Hatta
bu toprağın hastalıklara şifa olduğuna, acıları dindirdiğine inanırlar. Cemaatle namaz kılarken akıl almaz bir bid'atleri daha vardır: Önde, imamın karşısında büluğa ermemiş hir çocuk oturur, "Allahü ekher" dcr, cemaat namaza başlar. Çocuk "Allahü ekber" der, cemaat rükü ve secdeyc gider. Cemaat, Lu çocuğun verdiği komutlarla namazı
kılar. Yalnız Necef'tc dikkat ettim, cemaat namaz kılarken bu çocuk elleriyle oynuyor, bir şeyler yapıyordu. Ayrıca yazın şiddetli sıcaklarda imamın önünde bir adam durur, yelpaze ile imamı serinletmeğe çalışır. İmamiyye ye göre de namaz beş vakitti •.. Fakat bazı hadislere dayanarak öğle ile ikindiyi; akşamla yatsıyı birlikte kılarlar. "Beş vakit kılmak eftaldir. Fakat iş güç sahiplerine kolaylık olsun diye beş namazı üç vakitte kılmayı tercih ediyoruz" diyorlar.
3) Zekat: Zekat nasıl toplatılır ve dağıtılır? Şiilere göre zekatı bizzat mal sahipleri fakirlere verilmesi caiz değildir. Mal sahibi, zekatını alimlerden birine verecek, o da bunu fakirlere dağıtacaktır. Çünkü alim, fakirleri daha iyi bilir. Irak, Kuveyt, İran, Pakistan, Arap Körfezi emirlikleri ve diğer İslam ülkelerindeki Şiilerden toplanan zekatlar, dağıtılmak üzere Necef'teki şii âlimlerine getirilir. Gelen zekat miktarı, adaletle dağıtılsa, bütün yoksulların önemli ihtiyaçlarını karşılayacak derecede çoktur. Acaba bu paralar fakirlere kayikiyle dağıtılır mı? Hayır. Biraz zekat alıp ihtiyaçlarını karşılamak için gelen fakirler, bu alimler tarafından asık suratla karşılanır ve eli boş döndürülür. Bu paraların çoğu, muhterem şeyhlerin kendi ailelerine ve yakınlarına sarf edilir. Bu alimlerden hangisi. nin evine gitseniz büyük konfor içinde yaşadıklarını görürsünüz. Her evin bir yüzme havuzu vardır. Yazın, kadın erkek, çoluk çocuk burada
yüzerle özel otomobili ,"ardır. Zira muhteremleri yaya camie gidemez, yaya yürümek,
hazretin şerefine yakışmaz. Peki bu köşkleri, arabaları, bu lüks hayatı nereden buldular? Kendi alın teriyle mi kazanıp satın aldılar bunları? Kendilerinin din ticaretinden başka bir sanatları var mı? Hayır. Onlar, gelen zekatleri bu lüks hayatı sürdürürken, zekatın asıl müstahikleri fakirlikten inlemektedirler. İmamlardan sonra Müslümanların halifesi olduklarını iddia eden bu adamlar, neden beytülmalin lambasını, kendi özel işlerinde yakmayan, Müslümanların bir iğnesi dahi kendi zimmetine geçmesin diye titreyen Hz. All gibi hareket etmezler? Zekatı zimmetine geçiren, nasıl imamın halifesi olduğunu iddia edebilir?
Not: Bu sözler, bizzat Bağdat'lı, önce Şii iken sonra sünnı olan gencin
sözleridir? Özetle tercüme edilmiştir.r. Yemeleri, içmeleri gayet lükstür. Her birinin en güzel markadan(Süleyman Ateş İmamiye şiasının tefsir anlayışı 171-
Sonuç olarak imamet mevzuunun Şiilikteki görüntüsü bu! Makul bir anlayışla konuyu masaya yatırırsak
Zaman zaman din çatışması haline bile dönüştüğü görülen bu konu tarihten günümüze sürdürüle gelen Sünni şii itilafı, İslam dünyasının içinde bulunduğu şartlar bakımından da çok hayati bir sorunu teşkil etmektedir. Bunun sebeplerinden biri de tarihte olan bitenleri bugün de aynen devam ettirme çabasından kaynaklandığı görülüyor. Oysa tarihte olanlar tarihe maal oldu gitti. Ayrıca bu ayrışma yani mezhep olgusu sadece teolojik ya da kelamı bir olgu değil aynı zamanda siyasi boyutu olan da bir husustur. Meseleye bakarken bir bütün olarak ele alınması gerekir. Yoksa bu siyasi gelişmelerin tartışmaların içine kendimizi bırakırsak eski hastalıkları tekrar hortlatılmasından daha derinden ayrışmanın bölünmenin parçalanmanın etkisinden kurtulamayız.
Burada asıl olan mezhepleri din olarak görülmeyip, Kur’an ve sünnetin ışığında hareket edilmelidir. Tarih bilinmeli ancak referans alınmamalıdır. İslam Dünyası Tarihi meselelerle dini meseleleri ayırt etmek durumundadır. Ayrışmaya sebep olan ortada sadece birtakım rivayetler vardır. Bunların Peygamberimize aidiyeti kesinleşmedikçe bunların din olduğundan söz edemeyiz. Kaldı ki bazı şeylerin tek başına Peygamberimize aidiyeti bile yetmiyor, acaba Peygamberimiz bize bunu din olarak mı sundu yoksa o günün ihtiyaçlarına siyasi bir yaklaşım olarak mı sundu? Bütün bunların hangi amaçlı sunulduğunun bilinmesi lazımdır. Yani bizim Usul-i Fıkıh’ta Hz. Peygamber’in tasarruflarını, sözlerini vs. farklı kategorilerde değerlendirdiğimiz gibi bir imamet konusunu peygamber vazetti mi, peygamber genel geçer bir kaide gibi mi söyledi, söyledi mi söylemedi mi? şeklinde değerlendirmeliyiz. Burada ciddi bir metodoloji devreye giriyor. Mütevatir mi, ahad mı, ahad haber kesin bilgi mi ifade eder? Tarih boyunca Şii gelenekte de Sünnilikte de Mutezililerde de muazzam tartışmalar olmuştur. Bir rivayet sana göre sahih, bana göre değil ise artık burada dinden söz edemeyiz. Burada yorumdan söz ederiz. Din konusunda zanni duyumlar bilgi değildir. Kesin bilgi gereklidir. Yakıni bilgi lazımdır; o da Kur’an’dır. Ve Peygamberimizin herkesin üzerinde ittifak ettiği bir hayatı vardır ortada.
Bilginin doruğa ulaştığı şu günde en somut bir olayı bile, yüzlerce bilim adamları yazar çizerlerin farklı şekilde yansıttığı gözden kaçmamaktadır. Peki, bunların hangisine kimin yorumuna inanacaksın. Tarihteki olaylarda böyle. Kaldı ki o zamanın şartları bugüne göre son derece yetersiz doğru bilgiyi anlama ya da aktarma zorluğu bulunmaktaydı. Pekiyi o zaman bu işin neresinden başlamalı?
Bugün Şiiler çok haklı olarak şu soruyu sorabilirler mesela “Niçin Ehl-i Sünnet uleması Ehl-i Beyt ulemasından hadis almamıştır?”. Bu çok makul ve mantıklı bir soru bu mevzuu hadis bölümünde ele alınmıştı. Bunun yanında Şiilerin hadis külliyatına baktığınızda Sahabeden de yani ehlisünnet den de hadis almadığını görürsünüz. Yani bu tek taraflı bir şey değil. Hatta Şiilerin kullandığı birçok hadisi ve kuran-i yorumu ehlisünnet kaynaklarında bulmak mümkündür. Ama tersini bulmak mümkün değil. Sünni kaynakların Şiilerde tercümesi bile yapılmamaktadır. Yani bura da sen ben olmamalıdır. Birde Şiiler; Sünni olan herkesi Beni Ümeyye, veya Yezid savunuculuğu yapmak durumundaymış gibi bunlarla özdeşleştirerek Yezidi, yanlısı olarak lanse ediyorlar. Bu ön yargıdan çıkmalılar. Bunun asla böyle olmadığını bilmelidirler.
Bu çerçevede şunu söylemek lazımdır ki ister Şia hadis kaynaklarında isterse Sünni hadis kaynaklarında yer alsın bütün rivayetler Kuran ve Hz Peygamberin hayatı çerçevesinde incelenip karar verilmesi gerekir. Tabii bunun sonuca da iki kere iki dört eder neticesinin çıkmayacağı bilinmelidir. Bu bir süreçtir bugünden yarına orta yolu bulmak mümkün değil. Ancak düşmanlığı körükleyecek olan Sünnileri Şiileştirme, Şiileri Sünnileştirme çabası içine girmeden kelamı anlayışı mantığı ile tekfir etmeden, objektif aydın ilim adamlarının caba ve samimi gayretleriyle bir yol alınmalıdır.
Peygamberimiz(s.a.v) devlet başkanı olmasına rağmen hizmetleri sürekli istişareyle götürmüştür. Hatta çok haklı olduğundan emin olduğu durumlarda bile, Uhud Savaşı’nda olduğu gibi, alınan kararın yanlışlığından emin olduğu halde sırf istişare sonucuna uymuş olmak için gençlere ‘tamam dışarıda savaşalım’ demiştir. Hz. Peygamber 17–18 konuda istişare yapmıştır. Tamamında istişare sonucuna uygun hareket etmiştir. ‘Hayır, benim dediğim olacak’ diye bir dayatma içinde olmamıştır. İstişare yapılır ama imam bildiğini okur mantığında ya da yaklaşımında hiç olmamıştır. Görülüyor ki istişare sonucu bağlayıcıdır. Peygamberimiz bile bu bağlayıcılığa muhalefet etmemiştir. Tamam, peygamber soyundan birisi devletin başına gelsin diyelim. Hani nerde gelecek olan imam? Yüzyıllardan beri ortada yok! Bir şey ortaya koyacaksan ortaya Kuran i delillerini de koymalısın. Sahih hadisle bu teori desteklenmeli. Sonra da felsefesine gidilmeli. Ama mevcut yaklaşımın mantıksızlığını kendileri de biliyor ki; mesela şii olan Ahmet el-Kâtip kitabında şunları anlatıyor: “ Şia’da 12. imam gelmeden devlet kuramıyorsun. Yasak. Zekât toplayamıyor, cihad yapamıyorsun. Humeyni “12. imam gelmedi diye İslam’ın bu kadar emirleri muallâkta, boşta mı kalacak?” diyor. Onun üzerine Humeyni Irak sürgünü esnasında ve velayet-i fakih nazariyesini geliştiriyor, yani biz 12. imama vekâleten devleti kuralım diyor.
Humeyni buradaki tersliği görüyor. Yani 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dünyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak mı yaklaşımı ile yanlış olan sadece Müslümanları uyutmak için Yahudilerce inanca ilave niteliğinde olan tarihi geleneğe ardını dönüyor.
Ahmed el Kâtip bu konudaki yaklaşımını daha da derinleştirerek “Aslında Humeyni’nin teşebbüsüne de gerek yok çünkü 12. imam diye biri yaşamamıştır. Böyle biri tarihte hiçbir zaman olmamıştır. Tam aksine 1,2,3 ve 4. yy.larda Ehl-i Beyt çevrelerinde şura prensibinin egemen olduğunu vurgulayarak ona dönelim” demek zorunda kalıyor. Yani mesele şudur: Müslümanlar kendilerini kim yönetecekse kendileri karar versinler. Şimdi saltanatı seven bir tane Müslüman var mı? Bir karar alınacaksa ümmete danışılsın… Şura ile ilgili ayetlerin anlamında ‘hepimizi ilgilendiren bir konuda alınacak kararda, hepimizin ortak almasını emrediyor. Sözüm şu ki bir kişi bildiğini okumasın. Kuranı tevil etmeden inandığımız esasları doğrulamak adına kuran okumayalım. Kuran hakikaten ne diyorsa ona uyalım. İşte o zaman Şii-Sünni oturup ön yargısız bir ortamda Müslümanların sorunlarına çözümü ortak tartışalım.
16 Eylül 2010 Perşembe
ŞİA İDDİALARININ ARGUMANLARI VE MESELENİN ASLI
iSLAMDA yönetim bicimi ve Hz Peygamberden sonra kimin halife olması gerektiği Kuran-ı Kerimde acık ve net olarak yer almaması ve yine bu konuda Hz Peygamberin bu konuya acıklık getirecek bir vasiyeti olmamasına rağmen şiiler bu konuda tarih boyunca arguman üretmişlerdir. Yanlış ve zorlama yorumlarla neredeyse Kuran'ın bütüne Hz Ali'nin halife olduğu söylettirilmiştir. Bununla yetinmemişler peygamberimizin veda hutbesinde de bu konuya acıklık getirdiğini iddia ederlerken farklı olaylardan sayısız yorumlar üretmişlerdir. Kısaca bunlara değinirsek;
1-Hz. MUHAMMED (s.a.s.) Veda Haccı dönüşünde Gadîru Hum'da konaklamış, gruplar memleketlerine dönmeden önce onları toplayarak bir hitâbede bulunmuştur. Bunun sebebi “-"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Şayet yapmazsan O'nun risaletini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır." (el-Mâide, 5/67). Şiî müelliflere göre bu ayet Hz. Ali hakkında nâzil olmuştur. Ayette tebliğ edilmesi gereken şey, Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hz. Peygamber takiyye için eşi Âişe(r.a)den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden Cenâb-ı Hak onu ikaz etmiştir Kûleynî, el-Kâfî, II, 72).
Hz. Peygamber Gadîr'de bu ayeti tebliğ ettikten sonra şöyle demiştir:
"Cebrâil (a.s.) bana Rabbimden şu emri getirdi ki; Ali b. Ebî Tâlib benim kardeşim, vasîm, halîfem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar, ALLAH onu size velî ve İmam olarak tayin etti; ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona karşı çıkan lânetlenecek, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itaat ediniz; ALLAH mevlânız, Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyamete kadar devam edecektir" (Vâhidî, Esbabü'n-Nüzûl,
Yine Şii bir müellif olan Hakim Haskani bu ayet in nuzul sebebinin; "Hz. Peygamber Mi'rac'a çıkınca, Arş'ın altından Ali bın Ebi Talib'in hidayet bayrağı olduğunu işitmiş, fakat yer yüzüne inince bunu gizlemiştir. Bunun üzerine Allah, "Ali hakkında indirileni tebliğ et" ayetini indirince gadir humda açıklamak zorunda kalmıştır. Demektedir.( H.el.Haskari; Şevahidu't.Tenzil, 1/87, 191, 192. )
Bunların dışında Şiiler gadir humda peygamberimizin; Müslümanlara iki emanet bırakıyorum bunlardan biri Kuran diğeri ehlibeytim diyerek, Hz. Ali'nin elini kaldırdığını ve "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" dediğini ifade etmektedirler. Yine Resulullah (s.a.s.) ın, "ALLAH’M, Ali ye yardım edene yardım et; ona düşmanlık edene düşmanlık et".,"Allah’m, hakkı döndüğü yerden Ali tarafına döndür." Diyerek dua ettiğini söylemektedirler.
Peygamberimizin Hz.Ali ile alakalı bu ilanını dinleyen sahabeden Haris b. Nu'man el-Fihrî'de Devesini Ebtah denilen yerde çöktürdükten sonra, ashab arasında bulunan Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna çıkarak O'na şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı emrettin. Sana, evet, dedik. Sonra bunu da kâfi görmedin. Amcan oğlunun omzunu tutup Onun bizden üstün olduğunu ilân ederek:
“Ben kimin efendisi isem Ali de, O'nun efendisidir.” dedin. Eğer senin bu sözlerin Allah'tan bir vahiy ise bize bildir. Hz. Peygamber evet Allah'tan deyince geri dönmüş ve kendi kendine eğer bu gerçekten senin katından ise bize gökten taş yağdır yahut elim bir azap ver" demiş, Meâric: 70/71 âyeti nazil olmuştur. Bunun ardından Haris gideceği yere varmadan gökten taş yağdığını, Haris'in tepesinden girip altından çıkarak onu öldürdüğünü iddia etmektedirler. Oysa sözü edilen kişi Müslüman olmadan ölmüştür. Burada Haris b. Nu'man Suhabi imiş gibi gösterilmiştir. Feyzu'l. Kadir 6/218. Bu husus Nakkaş ın tefsirinde yer almaktadır. Oysa böyle bir olay tamamen uydurmadır. Hakiki hadis âlimlerinin böyle bir rivayeti mevcut değildir. Zaten Nakkaş'ın tefsirleri bu ve buna benzer yalan haberlerle doludur. Şianın burada bir tezadı görünmektedir ki nakkaşın kendilerinin kullanabileceği ya da kendi akidelerini destekleyen yöndeki sözlerini ön plana çıkartıp işte ehlisünnet âlimi de bizim tezimizi destekliyor derken nakkaş’ın işlerine gelmeyen sözlerine hiç itibar etmezler. Öyleyse Şiiler Nakkaş ın Hz Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) faziletleriyle ilgili sözlerine itibar etmeleri gerekmez mi? Sa'lebi'nin tefsirinden naklettiği söz konusu hadis, hadis mütehassıslarının ittifakı ile uydurmadır. Onun için bu hadis kendilerine müracaat edilebilecek eserlerin hiçbirinde böyle bir rivayet bulunmamaktadır.
Bilindiği gibi Ebtah, Mekke'de bir yerdir. Hâlbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), o sırada ne Ebtah'da ve ne de Mekke'de bulunmuştur. Sa'lebi'nin “İnecek olan bir azabı, istedi bir isteyen” (Meâric: 70/71) mealindeki ayet-i kerime indi demesi de doğru değildir. Çünkü mezkûr âyet hicretten önce Mekke'de inmiştir.
“Maide suresinin”….Allah seni insanlardan korur ayeti de seferidir. İbn-u Hibban’ın sahihinde Ebu Hureyre’den rivayetine göre ayet, Resulullah’ın bir seferinde nazil olduğu bildirilmiştir.
“Allahım! Eğer bu, senin tarafından gelmiş bir hak ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır..” (Enfal: 8/32) mealindeki âyet-i kerime ise ittifakla Bedir muharebesinden sonra inmiştir.
Yine bütün müfessirler bu âyetin Ebu Cehl ve arkadaşlarının Mekke'de iken Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) söyledikleri bazı sözleri üzerine indiğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Ondan sonra üzerlerine taş da inmemiştir. Eğer bu mechûl adamın boynuna taş düşüp dübüründen çıkmışsa bu, ashab'ül-fil'in cezasına benzer fevkalâde bir cezadır. Böyle bir adamın başına bu durum gelseydi, mu'cize kabul ederek birçok kimseler onu nakledeceklerdi. Bu olayı gören şahit olan onca ashabı kiramda Hz. Ebu Bekir’i birinci halife seçmez ona biat etmez bu hadisi ve olayı delil göstererek Hz Ali nin imametine biat ederler hiçbir karışıklık meydana gelmezdi.
Hem Hz. Peygamber'in halkın kendisi hakkında "amcasının oğlunu korudu" derler demesinden korkması, Ali namına Hz. Peygamber'e yapılan bir saygısızlıktır. Maide
Suresi Kur an-ı Kerim'in son nazil olan surelerinden biridir. Veda haccında veya feth senesinde nazil olduğuna dair rivayetler vardır!( Kurtubi, el.Cami 6/30.). Bu gün sizin dininizi ikmal ettim mealindeki ayet in bu surede bulunuşu bu ayetin Mekki olmasına bir engel teşkil etmez. Nitekim İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber "Allah beni Peygamberlik vazifesi ile gönderdiği zaman halkın beni yalanladığını gördüm. Bu bana çok zor geldi. Bunun üzerine Allah, bu ayeti indirdi demiştir. Kurtubi'nin ifadesine göre, bu sıralarda Ebu Talibın her gün Hz. Peygamber'i korumak üzere nöbetçiler gönderiyordu. "Allah seni insanlardan korur" ayeti geldikten sonra Hz. Peygamber, "amca, Allah beni insanlardan ve cinlerden korur, benim nöbet tutacak kimseye ihtiyacım yok"( Kurtuhi, u.g.e. 6/243, 244.) demiş ve bu nöbet işinden vazgeçmiştir. Kurtubi'ye göre sure Medeni olmasına rağmen bu ayet Mekkidir. Fahrettin Razi, ayetin tefsirinde, sebeb-i nüzulü hakkındaki çeşitli görüşlere yer verdikten sonra "doğru olan kavlin Yahudi ve Hıristiyanların kötülüklerinden emin olmak için indirildiğini açıklayıp Şia'nın iddialarını reddediyor.( Tefsir-i Kebir 12. 48, 49.) Ayet gerçekten Hz. Ali ile, ilgili olsaydı, kafirlerden değil, Müslümanlardan söz etmesi gerekirdi.
Yine konuyla alakalı bir başka mevzuda Hz. Ali'nin torunu Hasan el-Musenna'ya, Hz. Peygamber ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır "dedi mi diye sorulmuş," evet, fakat bununla emirliği ve sultanlığı kastetmedi. Öyle demek istemiş olsaydı, bunu daha açık bir şekilde belirtirdi. Çünkü Resulullah Müslümanların en fasih olanıdır, eğer mesele söylenildiği gibi olsaydı, 'ey insanlar, bu dini ve dünyevi işlerinizin velisi ve benden sonra da size hükmedecek olandır, onu dinleyin ve itaat edin derdi, vallahi Allah ve Re sulü bu iş için Ali'yi seçip Müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de bunu yerine getirmeseydi, Allah 'ın ve Resulünün emirlerini ilk terk eden olurdu. Demiş ve hadisin sonundaki "Ona dost olana dost, düşman olana da düşman ol" duasının doğru bir söz ve icahet edilecek bir dua olduğunu belirttikten sonra "Ali'ye düşmanlık edenler Rafızîlerden başkası değildir, onu layık olmadığı bir duruma düşürürler" demiştir. .( İbn Arabi; cl.Avasım Mine'l-Kavasım 185-186.)
İran devrim lideri Humeyni “Kesful Esrar” isimli kitabında diyor ki: “Hadisin basında da ispat ettiğimiz gibi Nebi (s.a.v)’in Kur’an da İmamet konusunu açıklamasında geri çekilmesinin sebebi: kendisinden sonra Kur’an’ın tahrif edilmesinden korkması ve Müslümanlar arasında ihtilafların şiddetlenip bununda İslam’a tesir etmesidir. Ve su da apaçık görünüyor ki Eger Nebi (s.a.v) Allah’ın imamet konusunda ona vahyettigi tebliği yapmış olsaydı, şuan ki İslam beldelerinde Müslümanlar arasında ki bu ihtilaflar ve münakasalar patlak vermezdi”.(Kesful Esrar Sayfa149 155)
Adı geçen zatın tavrına dikkat ederek söylediklerinin ne manaya geldiğini iyice irdelemek gerek. Hz peygamber Allah ın “biz koruyacağız” dediği kuranın değiştirilmesinden korktuğu için imametle alakalı ayeti açıklamadığını söylüyor. Haşa burada Hz Peygamberimizi suçlamaktadır. Çünkü işinde eksiklik gerçekleştirmesi, açıklaması gerekeni açıklamaması nedeniyle kuranda ilk tahrif ilk önce peygamber tarafından başladı. Çünkü O İmamet ve İmamlar konusunda Rabbinin ona vahyettigini tebliğ etmemiştir. Ve İmamet ve İmamlar konusunda ona vahy inmesine rağmen O Kuran’da ki imamları ve imameti insanlara açıklamadı (!) bundan dolayı da ümmet O’nun vefatından sonra fitnelere ve ihtilaflara düştüler! Diyor Şianın en önde gelen lideri.
Mezhepçilik adına yapılan iddiaların insan yüzünü ne kadar çirkinleştirdiğini buradan görmek mümkündür.
Şiî âlimlerin Gadîru Hum meselesi ile alakalı iddia ettikleri rivâyetleri islam âlimlerinin değerlendirmesine bakacak olursak;
İbn Hamza, Usame'nin, Ali b. Ebu-Talib'e "Sen benim mevlam değilsin, benim mevlam Resulullahtır" dediğini, Hz. Peygamber'in de bunu işitince "ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" dediğini yazmaktadır. Tirmizi'nin rivayetinde ise, Hz. Peygamber bir seferde ordunun başında Ali b. Ebi Talib'i görevlendirmesi sonucu Ali den duyulan hoşnutsuzluğu gidermek amacıyla olayı kardeşliğe bağlamak için söylediği sözler belirtilmektedir. Konuyla alakalı geniş bilgi aşağıda yer alacaktır.
Tirmizi'nin rivayeti ile İbn Kesir'in Büreyde'den naklettiği haber birbirinden farklı olaylar değildir
İbn Teymiye Minhacu's-Sünne 4/118 de bu iddiaların tamamen uydurma olduğunu ifade ederek, "bu uydurmanın mütevatir olması bir yana sahih bir isnadı bile yoktur. Bu mesele hakkında Sakife gününde, Ömer'in vefatında, altı kişilik Şura teşekkül ettiği zaman ve nihayet Osman'ın şehadetini müteakip, Ali'nin hilafeti üzerine münakaşalar yapıldığı günlerde, sahabeden biç değilse bir kişinin ortaya çıkıp durumu açıklaması beklenmez miydi? Görüldüğü gibi hu, rafızilerin uydurmalarından biridir". Diyor. Yine bu konu ile alakalı meşhur Goldziher diyor ki: ” Vaziyet bu olunca, Ali taraftarları onun Peygamberin doğrudan doğruya
tayinine mazhar bulunduğunu göstermeğe matuf rivayetler icad edecek ve onları söz sahibi kılacaklardı. Bu niyete cevap olmak üzere vücut bulan Hum hadisi, Ali fırkası nazariyatının en sağlam temellerinden birisini teşkil etmektedir. Son derece meşhurdur. Sünni 'otoriteler dahi onun sıhhatine itiraz etmemektedirler. Fakat onu başka bir mana vererek gerçek hedefinden çevirmiş bulunmaktadırlar. " Bunların dışında Gadir-i Hum olayını tamamiyle reddetmeden meseleyi açık bir şekilde ortaya koymayan Sünni alimlerde mevcuttur ki . Müslim bunlardan biridir.
İbn Mace de Gadir hadisine Sünen Mukaddime 11. de yer vermiş: fakat Hz. Peygamberin konaklayıp halka hitap ettiği iddia edilen yeri ismen net olarak bildirmemiştir Gadir-i Hum olayı, olup olmadığı, yeri ve içeriği çok münakaşa edilen bir konudur. Hz. Peygamber, Hum denilen mevkide namaz kılmış, dinlenerek ashabiyle sohbet etmiş olabilir. Eğer orada Ali'yle ilgili bir hutbe okudu ve onu gerçekten halife olarak tayin etseydi; hilafet üzerine münakaşaların yoğunlaştığı günlerde Peygamber'in bu vasiyetini duyanlardan hiç 'olmazsa birisinin çıkıp bunu açıklaması gerekirdi. Öyle anlaşılıyor ki Şiiler daha sonraları Hum hadisi diye dillendirip insanların kafasında yer edinilmesini sağladıktan sonra iddialarını bu hadisenin içine yerleştirmiş olduklarını görmek mümkündür. Çünkü Buharinin; Sahih, İsti'zan 29 da geçen. Hz. Peygamber'in hastalığında Alib. Ebi Talib onu ziyaretten çıktıktan sonra halk "Ey Ebu Hasan, Resulullah nasıl oldu?" diye sordular. Elhamdülillah iyi diye cevap verdi. Ravi diyor ki: "Bunun üzerine Abbas, Ali'nin elinden tutup bana bak, vallahi sen üç gün sonra köle olacaksın. Allah'a yemin ederim ki Abdu'I-Muttalib oğullarının yüzünde gördüğüm ölümü Resulullah'ın yüzünde de gördüm. Haydi, Resulullah'a gidelim ve bu işin (hilafet) bize ait olup olmadığınıı soralım. Eğer bize ait ise bilelim. Şayet bize ait değilse Hz. Peygamber bizi (yeni halifeye) vasiyet etsin. Ali, vallahi ben bunu yapamam, eğer Hz. Peygamber'e gider de bunu bize vermezse kimse onu bize daha sonra vermez". Buhari',den naklettiğimiz bu haberden sonra durum bütün açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Eğer gerçekten Ali'ye Hz. Peygamber tarafından hilafet iddia edildiği gibi vasiyet edilmiş olsaydı, ne Abbas yukarıdaki sözleri söyler ne de Ali böyle cevap verirdi. Bu rivayet de göstermektedir ki, Ali'nin vasiy ve halife olarak seçildiğine dair nakledilen bütün rivayetlerin gerçekle bir alakası yoktur ve uydurmadır.
Konuyu irdelemeye devam ederken Maide 67 ayetin iniş zamanı, yer ve sebebine bakılacak olursa;
Gadîru Humu kabul eden bazı kaynaklar hicretin onuncu yılında Zilhiccenin onsekizinci günü Veda Haccı'ndan dönerken okunan bir hutbe olduğunu söylemekteler. Aynı yıl Zilhiccenin dokuzuncu günü Arefe günü, "Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3) ayeti inmiştir. Bu ayetin, Hz. MUHAMMED'e peygamberliğin tebliğini emreden, yukarıda meâlini verdiğimiz Mâide suresinin altmış yedinci ayetinden daha önce inmesi mümkün değildir? Çünkü Dinin tamamlandığını bildiren ayet inmiş ve yüzbin'in üzerinde hacıya tebliğ edilmiştir. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu Mâide suresi altmış yedinci ayetin daha önce, Mekke fethi ve Hayber gazvesinden önce indiğini tesbit etmişlerdir (Saîd İsmail, Hakîkatü'l-Hılâf Beyne Ulemâi-ş-Şîa ve Cumhûri Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale 1983, . 25, 26).
İbn-u Ebi Hatim ve İbn-u Merdeveyh, Cabir’den rivayet ettiklerine göre ayet, Benu Enmar gazvesinde Batnanahle’nin tarafına düşen Zaturrika’da nazil olmuştur. (El İtkan Fi Ulumil Kuran İmam Suyuti)
Enmar Gazası ile Zatur Rİka gazası aynı gazadır diyenler de vardır. Ancak Buharı Enmar ve Zaturrika’yı ayrı ayrı olarak zikretmektedir. Zaturrika ise Hayber savaşından sonra olduğu yine Buharı tarafında rivayet olunmuştur. Önce olduğuna dair rivayetler var ise de en sahih olan Hayber’den sonra olmasıdır. Bu konuyla alakalı Kitabul Megaziye bakılabilir.
Enmar ile Zaturrika’nın aynı gaza olduğunu söyleyenlere göre Maide 67 ayeti kerimesi hicri yedinci yıllarında nazil olmaktadır.
Uhud savaşından sonra da nazil olduğunu söyleyenler vardır.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki her halükarda bu ayeti kerime Veda haccından önce nazil olmuştur. Dolayısıyla veda haccından sonra meydana gelen Gadir Hum olayından en az üç sene önce inmiştir
Şimdi de Maide 3. ayeti kerimesinin, yani “…Bugün dininizi kemale erdirdim…” ayeti celilesinin ne zaman nazil olduğuna bakalım
“Yahudilerden bir adam Ömer’e gelerek dedi ki: Ey EmirülMüminin, sizin kitabınızda okuduğunuz bir ayet var ki eğer o ayet Yahudiler topluluğuna inseydi biz o günü bayram yapardık. Ömer dedi ki hangi ayettir O Yahudi: Bugün dininizi kemale erdirdim” bunun üzerine Ömer dedi ki: Ben o ayetin indiği günü ve nerede indiğini biliyorum. O ayet Resulullah’a Arafatta Cuma günü indi.( Müslim, Kİtabut Tefsir) Ayrıca Buhari de, tırmizde de Müslim deki rivayete benzer rivayetler mevcuttur. Ayrıca diğer hadis kitapların da bu ayeti kerimenin Nebi Aleyhisselama Veda Haccında, Arafat ta iken indiğine dair rivayetlerde vardır. Bu tarih ise Zilhiccenin dokuzu Cumaya rastlamaktadır. Bu tarihten sonra Nebi aleyhisselam 80 veya 81 gün yaşamıştır.
Bu meseleyi tam anlayabilmek için, Ayetı öncesi ve sonrası ile bölüp parçalamadan bütün olarak bir okuyalım.
65 eğer kitâb-ı mukaddes'in izleyicileri [gerçek] inanca ve Allah’a karşı sorumluluk bilincine ulaşmış olsalardı, biz gerçekten onların [geçmiş] kötülüklerini siler ve onları nimet bahçelerine sokardık; 66 Eğer onlar Tevrat’a, incil'e ve rableri tarafından kendilerine indirilmiş olan bütün [vahiy]lere uymuş olsalardı, gökyüzünün ve yerin tüm nimetlerinden yararlanırlardı. Onların bir kısmı doğru bir yol tutarlar; çoğuna gelince, yaptıkları ne kötüdür onların!67 ey elçi! Rabbinin sana indirdiklerini tebliğ et: sen onu tam yapmadığın sürece rabbinin mesajını [hiç] yaymamış olursun. (görevini yaparsan) Allah seni [inanmayan] insanlardan koruyacaktır. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.68 de ki: “ey kitâb-ı mukaddes'in takipçileri! Siz, tevrat'a, incil'e ve rabbiniz tarafından size indirilen her şeye [tam olarak] uymadıkça inançlarınızı sağlam bir temele oturtmuş olmazsınız!
Görüldüğü gibi ayeti parçalamadan işine geleni cımbızla cekip almadan bir bütün olarak bakıldığın ehli kitap ile alakalı olduğu anlaşılır. Asla Şiilerin çıkardığı anlam çıkmaz
Kitap Ehli, Müslümanların Dini ile alay ve oyun konusu etmekteydiler. Bu onların azgınlığını ve küfrünü artırıyordu (Mâide 5/57, 64). Bunun an¬lamı, Hz. Peygamber'in getirdiği mesaja ağır bir tepki gösteriyorlardı.
Ahmed B. Hanbel'in Müsnedinde (I, 309) Be¬lirtildiği gibi, Bu tepki karşısında Hz. Peygamber, İnsanların Onu Yalanlaması, Yahudi, Hıristiyan Ve Müşriklerin Onu Korkutması Sebebiyle Peygamberlik Görevini Yürütemeyeceğinden Endişeye Kapıldı. Âyet Bunun Üzerine İnmiştir. Hata Hz. Aişe annemiz buyurdular ki: (Maide 67) ininceye kadar Nebi sallallahu aleyhi ve selemi alt niyetli kitap ehlinden nöbetçiler tarafından korunurdu.( İbn Hatim, Hakim, Tımizi ve İbn Cerir)
Zaten âyetin devamındaki "Allah seni insanlardan koruyacaktır" ifa¬desi, âyetin iniş sebebinin, toplumun tehlike arz edecek kadar ağır tepkisi olduğunu ortaya koymaktadır.
Rivayet ediliyor ki Resulullah (s.a.v) bir hadis-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ beni peygamberlik göreviyle gönderdi. Bundan dolayı çok sıkıldım ve görüyorum ki insanlar beni yalanlıyorlar. Yahudiler, Hıristiyanlar, kureyşliler korkutuyorlar. Ne zaman ki Allah, 'peygamberlik görevlerini tamamen tebliğ etmezsen seni cezalandırırım.' dedi, korku da tamamen ortadan kalktı". Eğer böyle yapmazsan, yani sana tebliğ edilmek için indirilenleri tebliğ etmezsen Allah’ın peygamberlik görevini, elçiliğini ifâ etmemiş olursun. Nâfi kırâetinde, çoğul olarak şeklinde okunduğuna göre, Allah’ın elçilik görevler i ni tamamen yerine getirmemiş, vazifeni yapmamış olursun. Allah ise seni insanlardan tamamen koruyacak. Çünkü muhakkak ki Allah kâfirler gürûhunu gayelerine ulaştırmayacak, sana karşı herhangi bir sû-i kast yapmaya kalkışacak olanların herhalde kâfir l erden olacağında şüphe yoktur. Şu halde Allah seni her halde- insanlardan korur ve muhafaza eder. Fakat hiçbir kimseyi Allah’ın azabından koruyacak bir muhafız yoktur...
Bu ayette geçen ve bir önceki cümle ile kesin olarak irtibatlı bulunan “Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah kafirler güruhunu maksatlarına ulaştıramaz” kısmı, ayetin Gadir Hum’da değil, İslamiyet’in ilk yıllarında nazil olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü ayette “kafirler güruhunun maksatlarına ulaşamayacağı” gibi çok ağır bir itham vardır. Oysa Veda Haccı dönüşünde, Gadir’de konaklanması esasında Peygamberimizin yanında binlerce Sahabi vardır. Kuran’ın onları “Kafirler güruhu” olarak vasıflandıracağı düşünülemeyeceğine göre, Allah’ın Peygamberimizi Sahabelerden koruyacağı şeklinde de anlaşılmayacağına göre, buradan da anlaşılıyor ki; yüce Allah Sevgili Habibini Sahabeler vasıtasıyla diğer insanlardan korumuştur. Dolayısıyla yirmi üç yıllık sıkıntılı bir hayattan sonra İslamiyet’in tamamlandığı, ayette açıklandığı gibi kemale erdiği bir zamanda, vazifesini yapmak hususunda hiçbir şeyden korkmayan bir Peygamberin üstelik akrabaları da yanında olduğu halde kendi Ashabından korktuğunu iddia etmek cesarette eşi benzeri olmayan Resulullaha büyük bir hakarettir. O Resulullah ki Hz. Ali gibi küçük bir çocuktan başka maddeten hiçbir koruyucusu olmadığı halde Ebu Cehil, Ebu Lehep, Ümeyye bin Halef ve daha birçoklarından korkmayarak Allah’ın dinini açıktan açığa tebliğ edecek, bu uğurda Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve daha pek çok yerde azılı müşrikleri karşısına alacak, elinde kılıç onlarla cihat edecek, din kemale erdikten sonra en yakın arkadaşlarından hele hele Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den, hanımından korkarak Hz. Ali’nin kendisinden sonra halife olacağını açıklamaktan korkacak? Bu hiç ona yakışacak bir vasıf mı? Bu düpedüz hakeret aşağılamaktır. Bu da asla Hz peygambere yakıştırılacak bir anlam değildir.
O Resul ki, birkaç gün öce Arafat’ta, Mekke’de Ashabına Hitaben Yaptığı konuşmalarda “Tebliğ ettim mi?” diye soracak, onlar “Evet” deyince “Allah’ım şahit ol” diye vazifesini layıkıyla yaptığına Allah’ı şahit tutacak, sonra da Ebu Bekir’den, Ömer’den, en yakın arkadaşlarından korkarak Allah’ın en son emrini tebliğ etmekten çekinecek. Bu inanılmaktan öte konu edilecek bir husus bile değil. Şiacıların en büyük delil saydığı yorum kendilerini bataklıktan çıkarmaya yetmemiştir.
O Resül ki, putperest toplumda batıl yaşam biçimi zirveye çıkmışken, kadınları yoksulları, köleleleri insan yerine koymazken, zaaflarını hayata geçirmede zirveye çıkmışken onlara korkmadan ve çekinmeden “Kendi yaptığınız Putları terk edin, bir olan Allah’a iman edin” namaz kılın, oruç tutun, içki içmeyin, kumar oynamayın, zina yapmayın, faiz yemeyin diyecek cesareti gösterirken onunla hiç kıyaslanmayacak cesaret bile gerektirmeyecek bir konu da Hz. Ali’nin halife olacağı ve bunu ümmetine açıklaması vahiy edildiğinde korkacak, Allah da ona korkmamasını emredecek?
O Allah ki, son Resulü ile tebliğ ettiği en mükemmel dini olan İslamiyet’i Resulünü tebliğ vazifesini açıklayamayacak kadar haşa korkutan Ebu Bekir ve Ömer’in eline bırakacak?
Haşa ve kella, Allah böyle abes iş yapmaktan uzak olduğu gibi, Peygamberimizde Allah’ın en son emrini tebliğ etmekten korkan biri olmaktan uzaktır. Hiç kimsenin o Yüce Peygamberi korkaklıkla itham etmeye, canlarını yolunda siper eden ve pek çok yerde Kuran’ın övgüsüne mahzar olan Sahabileri Peygamberimizin hele hele Allah’tan aldığı emirleri tebliğ etmekten korkutacak kimseler olduğunu söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Bu çok ayıptır. utanılacak bir iftiradır.
Ayetin ifadesinde Hz. Alinin hilafetiyle ilgili hiç bir şey yoktur. Şevkaninin de belirttiği gibi, ayet umum ifade etmektedir.( Şevkani, Muhammed, Fethu'l- Kadir, Daru İhyai't- Türasi'l- Arabi, Beyrut, ts. II, 59. Ayrıca bkz. Kurtubi, VI, 157)
Yani, "rabbinden sana ne indirilmişse, hepsini tebliğ et" demektir. Nitekim Hz. Aişe, "her kim 'Muhammed kendisine indirilenlerden bir şey gizledi' derse, yalan söylemiş olur" demiş ve üstteki ayeti okumuştur.( Buhari, Tefsir, 5/7; Şevkani, II, 59)
Durum böyle iken, şia bazı zayıf ve uydurma rivayetlere dayanarak, (Şevkani, II, 59-60) mezkur ayetin Hz. Alinin hilafetini bildirdiğini söyler. Halbuki bu iddialarıyla Hz. Peygamberi görevini tam yapmamakla itham etmektedirler. Zira ayet eğer onların anladığı gibiyse, Hz. Peygamber bunu tebliğ etmeden gitmiş demektir. Zaten şiacılar sahabenin ortaya koyduğu delilleri karartmaya çalışmış yerine uydurma rivayeti gerçek gibi taraftarlarına sunmaktan geri durmamışlardır.
Şunu da belirtmekte fayda var. Şia tarafında Allah’ın Hz. Ali’yi halifet tayin ettiği hususunda en kuvvetli delil olarak gösterdikleri bu ayet, kendilerini de tatmin etmemiş olmalı ki, Kuran’ın tahrif edildiğini, Kurandan Hz. Ali’nin hilafeti ve fazileti ile ilgili ayet ve surelerin çıkarıldığını iddia etmek mecburiyetinde kalmışlarıdır. Sözü edilen kısmı kurandan çıkaran kimselerin Maide 67’yi niye çıkarmadığına hususuna da hiç cevap bile vermemişlerdir. Tabi iddialarına Kurandan delil bulamayınca iddialarının doğrulanması için kurana olan güven duygusunu yıkma yolunu seçmişlerdir. Şiilerin kuran ve hadis anlayışı mevzuunda bu husus işlenecektir.
Bu konunun daha net anlaşılması için Peygamberimizin dinlenmeye durduğu Gadir Humda hutbe irad etmesinin sebebini açıklayan kaynaklar olayı şöyle anlatmaktadır.
Peygamberimiz Veda haccından bir müddet önce Hz. Ali’yi Yemen’e vazifeli olarak göndermişti. Hz.. Ali Veda haccında Peygamberimizle buluşacaktı. Hz. Ali, Mekke'de Rasûlullah'la buluşmak için Yemen'den dönü¬şünde biraz acele ederek önden gitti. Askerlerin başına arkadaşlarından birini vekil bıraktı. Bu vekili de Hz. Ali'nin Yemen'¬den getirmiş olduğu kumaşları askerlere dağıttı. Askerler bu elbisele¬ri giydiler. Mekke'ye yaklaştıklarında Ali onları karşılamaya çıktı. Bir de baktı ki, Yemen'den getirmiş olduğu elbiseler, askerlerin üze¬rinde... Vekil olarak bıraktığı komutana kızarak:
— Yazıklar olsun sana! Bu nedir? Diye hesap sordu. Vekili şu ceva¬bı verdi:
— İnsanların araşma geldikleri zaman askerlerin biraz düzgün kı¬yafetleri olmalarını istedim. Onun için onlara bu elbiseleri giydirdim.
— Yazıklar olsun sana! Bunlar Rasûlullah'ın yanına gitmeden, elbiseleri üzerlerinden çıkar.
Bunun üzerine askerlerin üzerindeki elbiseleri çıkarttırdı ve tek¬rar yerlerine koydurdu.
Bunun üzerine askerler, Hz. Ali'nin kendilerine yaptığı bu mua¬meleden şikayetçi oldular.
İbn İshak, Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İnsanlar Ali'yi şikayet ettiler.
Peygamberimiz onlara “Ey insanlar, Ali’yi şikayet etmeyiniz. VALLAHİ o ALLAH yolunda şikâyet edilmez” dedi. Hac dönüşü Gadir Hum mevkiine geldiklerinde de mola verdi Gadir-i Hum Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bulunan bir mevkinin ismidir. Orada bir müddet istirahat edip öğle namazını kıldıktan sonra, Sahabilere hitaben şöyle bir konuşma yaptı:
“Ey insalar! Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım, Çok sürmez Yüce Rabbimin elçisi bana gelecek, ben de onun davetine icabet edeceğim. Ben size kıymeti ve mesuliyeti ağır iki emanet bırakıyorum. Birincisi Yüce ALLAH’ın Kitabıdır ki, onun içinde hidayet ve nur vardır. Cenab-ı Hakkın kitabına sım sıkı sarılınız. İkincisi de Ehli Beytimdir. Ehli Beytime muamele hususunda size ALLAH’ı hatırlatırım.
Efendimiz bu konuşmadan sonra, oradakilere “Sizin veliniz kimdir?” diye sordu.
“Bizim velimiz ALLAH ve Resulüdür” cevabını verdiler
Peygamberimizi, “Ey insanlar! Benim müminlere öz nefislerinden daha sevgili olduğumu biliyorsunuz, değil mi?” buyurdu.
“Evet” dediler Peygamberimiz sualini tekrarladı, yine aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Resulullah Hz. Ali’nin elinden tuttu ve şöyle buyurdu:
“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’m ona dost olana dost, düşman olana da düşman ol. Ona yardım edene yardım et”
Bu sözler Hz. Ali’nin halifeliğe tayin etmek için değil Hz. Ali' ye karşı duyulan hoşnutsuzluğun giderilmesi için olaya Hz. Peygamber'in. Müdahale etmesidir. Çünkü Hz. Peygamber, müminler arasında birlik ve beraberliğin bozulmasını istememektedir, dostluk ve kardeşlik havasının devamını ve yerleşmesini arzu etmektedir.
Her şeyden önce Hz. Ali’nin hutbelerinden toplandığı söylenen Nechul Belaga ve diğer kaynaklarda ki sözleri böyle bir iddianın doğru olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadır. Bunun dışında kullanılan kelimelerin ne anlama geldiğine bakacak olursak;
kullanıldığı iddia edilen “Mevla” sözünün on beşe yakın manası vardır. Bundan hilafet manasını çıkarmak doğru değildir. “velayet” Şiilerin kastettiği halifelik manasında değil, “dost, efendi” manasındadır” Eğer Peygamberimiz burada Hz. Ali’yi halife tayin etmek isteseydi, bunu yirmiye yakın manası olan bir kelime ile değil de, hiçbir şüphe ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde açık ifadelerle anlatırdı.
Bakillani de bu hadiste geçen Mevla kelimesi ile ilgili olarak şöyle der:
“Mevla kelimesinin çok manası vardır. Yarımcı manasına gelir, amcaoğlu manasına gelir, sevilen ve seven anlamına gelir, mekan ve karar anlamına gelir. Vela hakkına sahip köle azad eden kişi anlamına gelir, komşu anlamına gelir, damat anlamına gelir, antlaşmalı anlamına gelir, Mevla sözü bütün bu anlamları ifade edebilir, bu kelimden Mevla itaat edilmesi farz imam anlaşılmaz”
Bakillani daha sonra bu kelimeden şu mananın anlaşılabileceğini söyler:
“Her kim beni seviyor, ben gizlim ve açığımla onun velisi isem, Ali de
— Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım, Ali'ye dostluk edene dost ol. Ona düşmanlık edene de düşman ol.»
Bu rivayetin senedi zayıf ve gariptir.
İmam Ahmet b. Hanbelî’n oğlu Abdullah, Ubeyd b. Velid el-Kay-sî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın yanına gittim. Bana, Hz. Ali'nin geniş ve düzlük alanda insanlara şöyle seslendiğini duyduğunu ifade etti:
— Gadir-i Hum gününde Rasûlullah (s.a.v.)'m konuştuğu sözleri duyan bir adam varsa, Allah aşkına ayağa kalksın ve onu görmüş olandan başkası ayağa kalkmasın.
Hz. Ali'nin böyle demesi üzerine oniki kişi ayağa kalkıp şöyle de¬diler:
— Rasûlullah (s.a.v.)'m, Ali'nin elini tutup şöyle dediğini gördük ve işittik:
— Allah’m, Ali'ye dostluk edene dost ol. Ona düşmanlık edene düşman ol. Ona yardım edene yardım et. Onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak!
“Cühfe gününde Rasûlullah (s.a.v.)'ın Ali'nin elini tutmuş ola¬rak- hutbe irad ettiğini, sonra cemaata şöyle dediğini işittim:
— Ey insanlar! Ben sizin velinizim.
- Doğru söyledin ya Rasûlallah..
Bundan sonra Rasûlullah, Ali'nin elini tutup kaldırdı ve şöyle bu¬yurdu:
İşte bu benim velimdir. Ve benim yerime (borçları, emanetleri) ödeyecek kişidir. Buna dostluk edene Allah da dostluk edecektir. Bu¬na düşmanlık edene Allah da düşmanlık edecektir”
Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna da bu hususta şöyle der:
“Resulullah sav. ‘Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır’ sözüyle emirlik ve hilafeti kastetmiş olsaydı, namaz, oruç, zekât ve hacla ilgili hükümleri açıkça belirttiği gibi bunu belirtir ve ‘Ey insalar, bu benden sonra sizin halifenizdir’ derdi. Şüphesiz Resulullah sav. Müslümanların en fasih ve en açık konuşanıdır.”
“Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Ali bendendir. Ben de onda¬nım. Borcumu ya ben veya yerime Ali öder
Bütün bu sözler Hz. Ali’nin halifeliğe tayin edildiğine kesinlikle delalet etmez. Her şeyden önce Hz. Ali’nin Nechul Belaga ve diğer kaynaklarda ki sözleri böyle bir iddianın doğru olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadır.
Fakat Sünnî âlimler "Ben kimin mevlâsı isem Ali'de onun mevlâsıdır" gibi sözleri Şiîlerden farklı bir şekilde yorumlamaktadırlar. İbn Kuteybe bu konuda şöyle diyor: "Hz. Peygamber her müslümanın velîsidir. Velayet Hz. Peygamber'le müminler arasında olduğu gibi, müminlerin kendi aralarında da olur. Hz. Peygamber'in Ali ile olan münâsebeti de böyledir. Ayrıca mü'minlerin bazıları bazılarının velîleridirler" (et-Tevbe, 9/717). Velî ve mevlâ kelimeleri arasında bir fark yoktur. Bu da Hz. Ali'ye bir üstünlük sağlamaz. Bu konu ile ilgili birçok ayet vardır (et-Tahrîm, 66/4 et-Tevbe, 9/71; el-Bakara, 2/247; Yunus, 10/62). Hz. Peygamber benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük sahabeler hakkında da söylemiştir. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh için "Bu ümmetin emînidir" buyurmuştur.
Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği görüşe göre, müslümanların Hz. Ali'yi sevmesi Hz. Peygamber'i sevmesi gibi farz; O'na düşman olmak da Hz. Peygamber'e düşman olmak gibi haramdır. Bu, ehl-i beytin görüşüne de uygundur (Abdulaziz Dehlevî, Muhtasaru't Tuhfeti'l-İsnâ Aşeriyye, 161).
Sahabe, yaptıkları her hususta hakka tabî olmaya çalışmışlardır. Çünkü onlar ümmetlerin en mümtazıdırlar. Allah (c.c), dini onlara ikmal etmiş, nimetini üzerlerine tamamlamıştır. Onlar, korkarak veya rağbet ederek değil, dini bir görev bildikleri için Ebubekir'e (r.a.) biat etmişlerdir. Eğer hissi davransalardı halifeliğe Ali (r.a.) veya Abbas'ı (r.a.) tercih edeceklerdi. Çünkü Haşim oğulları şeref bakımından Teym oğullarından üstündür. Hatta Ebubekir'in babası Ebu Kuhâfe'ye Mekke'de kalıyordu ve oldukça ihtiyar idi:
Oğlun hilafet makamına geçti, denilince Ebu Kuhafe:
Umeyye, Hâşim ve Manzum oğulları razı oldular mı? Sorusunu sordu. Evet denilmesi üzerine hayret ederek:
“Bu Allah (c.c.)'ın fazlıdır, onu dilediğine verir,” dedi. Çünkü Ebu Kuhâfe, Teym oğulları'nın kabilelerin en zâifi olduğunu, İslâm’ın da neseb yönünden değil takvadaki üstünlükten dolayı tercihte bulunduğunu gayet iyi biliyordu
DEĞERLENDİRME Gadir hum olayı sonuç olarak yorumlanırsa
Şiacıların iddialarını Kur'an'dan bir kısım ayetler noksanlığı, gizli kalmışlığı veya bazı ayetlerin batini tevilleri olduğunu söyleyip bu tevilleri biz anlarız, ehlibeyt mektebinden geçenler anlar söylemleriyle ispatlamaya çalıştıkları gibi, tarih kitaplarında geçen hadiseleri de farklı filmlerden alınan kesitlerin montaj edilerek elde edilen bir senaryoya çevirdiklerini görmek mümkündür. Gadir Hum olayı da bunun bir örneğidir. Olayların başını ve sonunu anlatmadan konunun ortasından aldıkları üç beş cümleyi gerekçe saymaları ve bunları başka hadiselere monte etmeleri bambaşka bir anlam çıkartmaya çalışmaları bunların ilim adına gerçek adına yaptıkları çalışmanın güvenirliğini ortaya koymaktadır. Bunlardan ilim ve gerçekler hususunda sığ, çelişkiler yumağı, kendi içinde birlikteliği sağlayamamış, altyapısız, bütünlükten uzak bir anlayış ürettiklerini görmek mümkündür. Hatta Mutezile ve Hariciler bu taifeden hem rivayet ilimlerinde ve hem de metinleri anlamada daha ileridir. Bundan dolayı Şia bazı noktalarında Mutezileden tesiri altında kalmıştır. Şianın mutedil kolu Zeydiyye mezhebi bu konuda ve daha birçok konuda imam iye şiası gibi düşünmez ve onları katılmadıklarını her fırsatta söylemekten geri durmazlar.
Gadır Hum Olayını Şiiler gibi anlamak, yani; Hz Peygamberimiz Veda Hutbesinde 100.000 müslümana açıklama yapmayıp daha Sonra gizli saklı ümmetinden bir şey kaçırıyormuş gibi çevresindeki bir kaç kişiye Hz. Alı ile ilgili hükümleri açıklaması. Hz. Resule iftira olmaz mı?... Bu anlatım tarzının Hz peygamberi anlatması mümkün müdür? .
Yok eğer bu sözleri veda haccında söyledi ise; “Benim mevlası olduğumun, Ali de mevlasıdır” hadisini yüz binin üzerinde müslüman duydu ve bunu Şiilerin anladığı tarzda anladı da, neden üzerinden fazla zaman geçmeden ölen Hz. Peygamber’in ardından insanlar bir “halife” arama telaşına kapıldılar? Allah’ın Resulü olayın böyle gelişeceğini bilmiyor muydu? Biliyor ise neden önceden apaçık söyleyip tedbirini almadı? Yoksa hiçbir şeyin farkında değilmiydi.? Ümmet bu kadar mı ihanet içindeydi? Yüce Allah’ın en sevgili kulu olan Hz peygamberin anlattıklarında hiç samimiyeti, hiç etkileme gücü yomuydu ki etrafındakiler en zor günlerde O’nu desteklerken ahrete göçünde O’na sırtını döndüler? Yok sa sümme haşa bunlar şuursuz, korkak sahtekarlar sürüsüymüş de peyfamberimiz mi farkına varamamış!? Eğer öyle idiyse, bu korkak insanlar nasıl oldu da o azgın müşrikleri dize getirdiler? Birkaç sene gibi kısa bir zaman içerisinde İran’ı, Suriye’yi fethettiler? Bu nasıl çelişkili bir anlayıştır? Bu görüş insanları peygamberden şüpheye götürmez mi?. İnananların sığınacağı sağlam limanları yıkmak anlamına gelmezmi? Bu ne biçim bir izan ne biçim bir inançtır. Evet, bu insanlar kesinlikle korkak değildi yukarda sayılan hiçbir yanlış düşüncenin esiri değillerdi. Aksine son derece cesur ve şuurluydular. Allah yolunda peygamberimizin çizdiği inanç üzerinde ölüm onlara vız gelirdi. Fakat ortada Hz. Ali’nin Allah tarafından halife tayin edildiğine dair herhangi bir nass yada peygamberimizden belirgin bir işaret olmamasından dolayı sessizdiler. Suskunluğun sebebi bundandı. Bunun dışındaki söylemler sadece laftan ibarettir.
Pekiyi olayın diğer kahramanına Hz Aliye halifelik hakkı ayetlerle verilmiş ise ve bu çok açık belirginse bunu da bugünkü Şiiler bildiğine göre Hz Ali de bilmesi gerekir herhalde!. Hz Ali Neden o karışık ortamda bu " ilahı " kaynaktan yararlanmadı? Kuran da hakikat olan bir hususu insan iradesine yani hakeme niye bıraktı? Hakem olayını neden kabul etti? Bu davranışı Kurana ters düşmez mi?, Allah'ın Ayetini arka plana İtmesi anlamına gelmez mi.?, İmameti İnkar Olmaz mı?..! Ali’nin Muaviye’yi haklı gördüğü anlamına gelemez mi? Zaten Hz. Ali nin Sıffından sonra Hakem Olayını kabul etmesi, Hz Alı ölüm döşeğinde iken " Hasan'a beyat edelım mı " Sorusuna " Sız bilirsiniz" demesı ve Hasan'ında Hilafeti Muaviye ye devretmesi bu konuda Ayet ve Nas olmadığının delili değilmi?. Şayet eğer böyle bir emir varsa o zaman haşa - Ehlı Beyt Kuranı çiğneyenlerden olmaz mı?. !
Hz. Alı'nın sağlığında söz konusu edilmeyen hadisler neden ölünce zorlama anlamlar çıkarılarak imamet anlamı çıkarılmaya çalışılmaktadır...Hz Alı Halife iken neden imamet fikri üzerinde durmadı.? Bu kadar önemli meselenin insanların kafasında soru olarak bırakmanın Ali ye yakışır bir yanı var mı? Şiiler inançlarına getirdikleri yorumun hakikatte ne anlama geldiğini görmüyorlar mı?
Şiilerin buradaki esas amacı; Hz. peygambere, Kurana olan güveni yok etmek, İslam için değer olan her şeye inancı yitirmek en azından güveni sarsmayı sağlamak mı? Yoksa kendi tezini doğrulamak adına söyleyecekleri fikirlerin ucu nereye dokunursa dokunsun, hangi inancı sarsarsa sarssın, kime iftira atılırsa atılsın, yeter ki iddialarını ispatlamak adına bir dayanağının bulunması mı? Eğer ikincisi ise, hasiyet ve şerefleriyle oynadıkları onca insanların haklarını nasıl ödeyecekler. Bir de meselenin öbür yanı var bu tür yalan ve uydurmalara takiyye kılıfını giydirerek taze bir meyveymiş gibi islamı kabul etmiş insanlara yedirerek hak yoldan cevirmeleri onları zehirlemeleri sapıklığa döndürmenin vebali de unutulmamalıdır. Söylenen her yalana mutlaka bir kılıf bulmak hakiki bir imanın belirtisinin olmadığı bilinmeli doğrularda buluşmanın yol ve yöntemi geliştirilmelidir. Kuran ın yanlış yorumları ve tevilleri ile değil hakikatinin hakemliği ile uzlaşmanın yol ve yöntemi geliştirilmeli meshepcilik dinin kendisi sayılmamalıdır.
2-Hz. Peygamber bir sefere giderken yerine Hz. Ali’yi bıraktığını görüyoruz. Ancak Hz Ali bundan memmun olmamış olmalı ki; Etrafdaki insanların Hz Ali kızdırması üzerine "Beni kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" deyince Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Benimle Hz. Musa ve Harun misali olmak istemez misin? Ancak şu var ki, benden sonra peygamber yoktur."( Tirmizi, Menakıb, 20; Süyuti, Celaleddin, Tarihu'l Hulefa, Daru'l- Kütübi'l- İlmiyye, Beyrut, 1988, s. 133)
Hz. Peygamberin cevabında Hz. Musanın Tura gidiş olayına işaret vardır. Hz. Musa, yerine kardeşi Harunu bırakarak Tura gitmiştir. Hz. Harun da kardeşi Musa gibi bir peygamberdir.
Bu rivayetten Hz. Ali’nin faziletine atıfta bulunmak son derece makuldür ve buna kimsenin bir itirazı da yoktur. Fakat bu rivayetten "ilk halife Hz. Ali olmalıydı" sonucuna varmak zoraki bir yorumdur. Zira Hz. Peygamber sefere giderken Hz. Ali’den başkalarını da yerine bırakmıştır. Abdullah b. Ümmi Mektum bunlardan biridir.
(Hamidullah, Muhammed, İslamın Hukuk İlmine Yardımları, İst. 1962, s. 142-143)
Hz Ali yi Harun a benzetmesi konusuna gelince Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem, Ebubekir'i (r.a.) İbrahim (a.s.) ve İsa'ya (a.s.), Ömer'i (r.a.) de Nuh (a.s.) ve Musa'ya (a.s.) benzetmiştir ki, bu benzetmeler Ali (ra) Musaya benzetmesinden daha ileri bir anlam taşır.
Bedir savaşı sonra esirlerle alakalı ileri gelen sahabeyle istişare eden peygamberimiz çadırına gitti. Bir müddet dinlendikten sonra tekrar onların yanına gelerek ve şöyle buyurdu:
“Allah, bazı kişilerin kalplerine son derecede yumuşaklık ve incelik vermiştir ki, onlar sütten daha yumuşak ve incedirler. Allah bazı kişilerin de kalplerine katılık vermiştir ki, onlar taştan daha kardırlar.
Ey Ebubekir (r.a.)! Senin hâlin, Hz. İbrahim'in haline benzer. O Allah (c.c.)'a:
“Kim bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki, sen, çok yargılayıcı ve esirgeyicisin.” (İbrahim: 36) demişti.
Ey Ebubekir (r.a.)! Senin halin Hz. İsa'nın haline de benzer. O, Allah (c.c.)'a:
“Eğer onları azaba uğratırsan onlar, senin kullarındır. Eğer onları yarlığarsan, şüphe yok ki kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan sensin!” (Maide: 118) demişti.
Ey Ömer, senin halinde Hz. Nuh'un haline benzer. O:
“Ey Rabbim yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma” (Nuh: 26) demişti.
Senin halin Hz. Musa'nın haline de benzer. O, Allaha:
“Sen onların mallarını mahvet. Rabbimiz! Yüreklerini şiddetle sık ki onlar, inletici azabı görünceye kadar iman etmiyeceklerdir!” (Yunus: 88) demişti” dedi..
(Ahmed b. Hanbel Müsned'i Hadis: 3632–3634, Müstedrek 3/2172, Tirmizi 3/37, 4/113, İbn-i kesir 4/94–95).
Şiacılar Sahabe-i Kiram hakkında nazil olan ve onların faziletleriyle ilgili olan nassları (hâşâ!) irtibatlarından önce söylenmiş olduğunu iddia ederler. Fakat şiilerin ashab hakkında söyledikleri şeylerin aynısını hâriciler de Ali (r.a.) hakkından söylüyorlar ki her ikisinin de iddiaları tamamen bâtıldır. Çünkü Allah (c.c.), kimen kâfir olarak öleceğini bilir ve kâfir olarak öleceğimi bildiği bir kimseden de hoşnut olup onu övmez.
3-Şianın delil olarak ileri sürdükleri rivayetlerden biri de : "Hz. Peygamber, vefatı öncesi hastalığı ilerlediğinde, "Bana kalem kağıt getirin, size benden sonra sapmamanız için vasiyet yazdırayım" der. Hz. Ömer, "Peygamberin rahatsızlığı şiddetlendi. Allahın Kitabı bize kâfidir" deyince ileri geri konuşmalar olur. Hz. Peygamber, "Kalkın yanımdan, der. Benim yanımda niza (çekişmek) yakışmaz."
Şianın iddiasına göre Hz. Peygamber, yerine Hz. Ali’nin geçmesini yazdırmak istemiş, Hz. Ömer ise buna engel olmuştur, sözü edilen rivayette asla buna bir delalet yoktur. Rivayeti o tarzda değerlendirmek sadece bir zorlamadır. Peygamberimiz o hastalığın hemen arkasından vefat etmemiştir. Eğer böyle bir vasiyet mutlaka yazılması gerekseydi daha sonra yazdırırdı.
Şia tarafından Al-i Beyt sevgisine bir delil olarak zikredilen
4-"De ki: Yaptığım tebliğe karşı ben sizden yakınlık sevgisi dışında bir ücret istemiyorum." Ayeti ile ilgili Şiilerin yorumu şöyledir; Ayet nazil olunca Hz. Peygambere "Ya Rasulallah, sevmemiz vacip olan yakınların kimlerdir?" diye sorulmuş, Hz. Peygamber, "Ali, Fatıma ve oğulları" cevabını vermiş.( Beydavî, Kadı, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 362 )
Bu ayeti mana olarak böyle kabul etmek mümkün olmakla beraber, ayet mekki bir ayettir o dönemde de zaten Hz Ali evli değildi coluk cocuğu da yoktu. Ayetin gerçek manasında buna bir delalet yoktur. Çünkü bu ayetle ilgili esası teşkil eden görüşler mevcutken iddia edileni tek sebep saymak mümkün değildir. Mesala;
İbn-i Abbasa bu ayetten sorulur. Daha cevap vermeden, orada bulunanlardan Said b. Cübeyr, "Al-i Muhammed" deyince, İbn-i Abbas "Acele ettin, der. Çünkü Kureyşin hiçbir ailesi yoktur ki Hz. Peygamberin onlara akrabalık bağı olmasın. Ayetin manası "hiç olmazsa yakınlık hakkını gözetin" demektir."( Kurtubi, XVI, 15-16; İbnu Kesir, VII, 187; Süyuti, Dürrü'l- Mensur, Daru'l - Mektebi'l- İlmiyye, Beyrut, 1990, V, 699)
İbnu Kesir, ayetin yorumunda şu manaya dikkat çeker: "Bana yardım etmiyorsanız, hiç olmazsa aramızda olan akrabalık sebebiyle eziyet etmeyin."
(İbnu Kesir, VII, 187)
Kendisinin şu yorumu da gerçekten zikre şayan bir incelik arzeder: "Ayetten muradın "Hz. Ali, Fatıma ve oğullarıdır" şeklindeki rivayet senet olarak zayıftır. Ayrıca, sure Mekki surelerdendir. Mekede ise Hz. Fatımanın çocukları yoktu. Hz. Ali ile evlilikleri hicretin ikinci yılında Bedir Savaşı sonrası olmuştur. Ancak bu rivayeti kabul etmemek, Al-i Muhammede sevgi beslememek anlamında değildir. Çünkü onlar temiz bir zürriyetten, fahr, hasep ve nesep noktasında yeryüzündeki en şerefli evden gelmişlerdir."( İbnu Kesir, VII ) (Burada da görüleceği gibi Şiilerin sürekli yaptıkları bir şey bir ayetden yorum cıkartırken surenin Mekke de mi, Medine de mi nazil olduğuna dikkat etmemek alanı boş bulup sonuç almak için istediği yorumu yapma geleneği, Sure mekkede nazil oluyor Ali henüz17 yaşında bir delikanlı hiç evlenmemiş ortada Hz Ali ile ilgili her hangi bir husus yokken bir ayet geliyor Ali ve cocuklarını seviniz diye! İşte size bir yorum!)
5- Şia Hz Âlinin İmametine Delil olarak, maide 55 ile 67 ayetleri delil gösterirler.
Caferiler Maide Suresi 55. ayeti Ehl-i Sünnetten farklı olarak şöyle meallendirirler: “Sizin veliniz, Allah, Onun Peygamberi ve namaz kılan ve rüku halinde zekât veren kimselerdir.”
Şia kaynaklarında yer aldığına göre, Mescid-i Nebeviye bir dilenci gelmiş ve talepte bulunmuştur. Kimse ona bir şey vermeyince, dilenci, “Allahım, şahit ol. Ben peygamber mescidinde talepte bulundum, kimse bana bir şey vermedi” demiş onun bu sözü üzerine ruku halinde bulunan Hz. Ali ra. Parmağını uzatmış ve yüzüğü dilenciye vermiştir Şianın güvenilir kitaplarından Cevahir’de bu yüzükle ilgili olarak şöyle bir rivayet vardır: “ Hz. Sadık’tan nakledilir ki, Hz. Ali’nin sadaka olarak verdiği yüzüğün halkasının ağırlığı dört miskal gümüş, kaşının ölçüsü ise beş miskal kırmızı yakuttu, kıymeti Şam ülkesinin bir yıllık haracına (vergisine) eşitti.”Cevahir s.137
Bunun üzerine Hz. Peygamber ellerini kaldırarak dua etmiş ve Musa’ya kardeşi Harun’un yardımcısı olarak verdiği gibi, kendisine de vezir olarak Ali’yi bahşetmesini istemiş, duası tamamlanır tamamlanmaz, Cebrail bu ayeti getirmiştir. Dolayısıyla bu ayet, Peygamberden sonra Ali’nin onun halifesi olduğunu ifade etmektedir.( Keşfül-Murad, s. 344)
Şia Mensupları, ayette geçen veli kelimesini, “idareci, imam” manası verirler.
Mutahhari, bu ayetin Hz. Ali’nin imametine delil olduğuyla ilgili şöyle der:
“Rüku halinde zekât vermek, bir esas olarak tamamen zikredilen genel bir mesele değildir. Belki bu konu belli bir olaya işaret eder… Kalbinde kin ve garez bulunmayan her insan burada bir şey olduğunu anlar. ‘Rüku halinde zekât verirler’. Bu genel bir davranış değildir. Tesadüfen beliren istisnai bir meseledir.” Yani Hz. Ali’yi ifade eder. Yine Ayetullah Mekarim Şirazi de bu ayetle ilgili olarak buna benzer yorum getirmektedir
Şimdi bu hususu bağımsız ön yargısız bir şekilde düşünüp yorumlayalım. Önce şekil acısından meseleye bakılırsa: Dilencinin namaz vaktinde namaz kılmanın dışında caminin içinde ne işi var? Namaz kılan kimselerin namaz esnasında kimseye bir şey verilmeyeceğini bilmiyormu? Bu dilenci. İnsanlar cami de ibadet halindeyken dışarıdan birisinin gelip ibadet edenlerden bir şey istemesi olacak bir şey midir? Hz. Ali’nin hayat hikâyesinde onun namaz kılarken başkalarını tanımayacak, fark edemeyecek kadar huşu içerisinde dikkatli olarak Allah’a ibadet ettiği, hatta abdest alırken dahi önünden geçenleri tanımayacak kadar kendini ibadete verdiği bilinmektedir. Bu konuda meşhur bir de anektot vardır. Ayağına ok saplanan Ali bu okun namaz kılarken ayağından cıkartılmasını söyler ve öyle de yapılır. O okun acısın namaz esnasında Ali duymaz. Karşınızdaki Ali öyle bir Ali ki, Namazda iken okun acısını duymayan Ali ye ne oluyorda camide ki dilencinin fevaranını duyuveriyor!? Hz Ali (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in devrinde hiçbir zaman zekât kendisine farz olmadığı, Hz. Ali’nin son derece fakir olduğu gerek Sünni, gerekse Şia kaynaklarında mevcuttur. Dolayısıyla Ali zekâtı neyle verecek. Zekat düşmeyen bir adamın verdiği şey zekat olabilir mi? Zekat olayı belirli bir zenginlikten sonra sadır olan bir ibadet değil mi?
Konuya İslami acıdan yaklaşınca;
Namaz içinde Ali'nin r.a bu hareketi yapması müstehab değildir. Dolayısıyla övünülecek bir şey de değildir. Eğer müstehab olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da namazda iken fakire yardım eder, başkasının yardımda bulunmasına teşvikte bulunurdu. Hz. Ali (r.a.)'de bu eylemini tekrar ederdi. Bu durum diğer Müslümanlara da miras kalırdı. Ayrıca, bu durum namaza meşguliyet sokmaktır ki.. Bu da inacımıza uygun değildir. Gümüşe zekât ancak bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. Bu da bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. Ali (r.a.) durumu ise buna uygun değildi. Kaldı ki âlimlerin çoğunluğuna göre yüzüğe de zekât olmaz. Şia fıkıh kitaplarında ve âlimlerinin fetvalarında da yüzüğe zekât düşmeyeceğini görüyoruz. Durum böyle olunca ne oluyorda olması muhtemel bile olmayan bir hususta Hz Ali’ masum bir imamet çıkartılıyor? Hem ayrıca, bu ayet kesinlikle Hz. Ali’nin hilafetine delil olamaz.
Hem Hz Ali gibi bir kişinin kalp huzuru ve büyük huşu içerisinde kendini ibadete vermiş bir vaziyette iken, kapıdan giren bir dilenciye, kimsenin ona yardım etmediğini görüp parmağından yüzüğünü çıkarıp, o fakire vermesi gibi bir davranışta bulunması, pek mantıklı bir şey değildir.
. Her şeyden önce ayette geçen (vehum raikun) ifadesi hal olarak alınmıştır ki bu gramer olarak hal değildir “Sizin veliniz ancak Allah ve Resulü ile namazlarını dosdoğru kılan, zekâtlarını veren ve Allah huzurunda rükûa varan müminlerdir.” . Bu mana ayetin geneli için de daha uygundur. Çünkü Ayet-i Kerimedeki “Namaz kılanlar” lafzının cemi' (çoğul) sığası olması bir kişiyi değil, “müminleri” ifade etmektedir ki âyetin yalnız Ali'ye (r.a.) delalet etmediğini gösteriyor. Yani rükû halinde zekât verende sadece Hz. Ali’dir denilemez. Ayet, rükû halinde zekât verenleri değil “Allah huzurunda rükua varan müminleri övmektedir. Nitekim Kuranda çeşitli ayetlerde müminler “Namazı dosdoğru kılan, zekâtı verenler” olarak övülmüştür.. Yukarıdaki ayette’de bu sıfatların zikredilmesinden maksat, müminleri münafıklardan ayırmaktır. Çükü münafıklar da iman ettiklerini söylüyorlar, ancak namaz kılmaya ve zekât vermeye devam etmiyorlardı. Yüce Allah münafıkların namazlarını vasıflandırırken, “Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar; hâlbuki onları kendi hileleri ile aldatan Allah’tır. Namaza kalktıklarında da tenbel tenbel ve insanlara gösteriş olsun diye kalkarlar” buyurmuştur.( Nisa / 142)
Diğer taraftan, ayette geçen “veli” kelimesine “idareci” manası vermek de ayetin umumi manasını daraltmaktır. Ayette geçen veli, idareci değil dost ve yardımcı manasındadır. Buna göre ayet, “sizin dostuz ancak..” olur. Ayetteki rüku kelimesinde maksat, boyun eğmedir. Buna göre mana “Onlar Allah’ın bütün emir ve yasaklarına boyun eğerek namazlarını kılar, zekâtlarını verirler” demektir. Bu konuda bazıları da şöyle demiştir: “Bu ayet indiği zaman Resulullah’ın Ashabı, ayette bahsedilen sıfatlar hususunda farklı farklı durumda idiler. Onlardan bir kısmı namazını bitirmişti, bir kısmı malını fakire vermişti. Bir kısmıda rüku halinde idi. Onlar bu sıfatlar konusunda farklı farklı olunca, Allah Teala da bu sıfatları zikretmiştir.
Ayetin nüzul sebebide Caferilerin iddia ettikleri gibi sadece Hz. Ali ile ilgili değildir. Bu ayette belirli bir kişinin kastedildiğini söyleyenler olduğu gibi, ayetin umumi olduğunu söyleyenlerde vardır. Ayette belirli kişilerin kastedildiğini söyleyenlerden bazıları ayetin Hz.Ebu Bekir hakkında indiğini söylerken, bazıları da Hz. Ali hakkında indiğini söylerler. Umumi manada olduğunu söyleyenler ise şu hadisleri nüzul sebebi olarak zikrederler.
Ubade bin Samit ra. Yahudilerden ayrılıp “Beni Kurayza ve Nadir’in müttefiki olamktan çıkıyor, Allah ve Resulüne dönerek, Allah ve Resulünü veli ediniyorum” deyince bu ayet onun sözüne uygun olarak indirilmiştir.
Yahudi iken Müslüman olan Abdullah bin Selam, “Ya Resulullah, kavmimiz bizi terk etti ve bizimle oturup kalkmamaya yemin ettikler. Biz ise uzak oldukları için senin Ashabınla oturp kalkamıyoruz” deyince bu ayet indi. Bunu üzerine Abdullah bin Selam, “Biz Allah’ı, Resulullahı ve müminleri dost edinmeye razı olduk ve bundan hoşnutluk duydu”dedi.
Ayet öncesi ve sonrası düşünüldüğünde, nuzül sebebinin umumi olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ayetin önceleri ve sonraları Yahudi ve Hristiyanları dost edinmekle ilgilidir. 51. ayetten itibaren ayetlerin meali şöyledir:
Ey müminler yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.
Kalpleri hasta olanların "Başımıza bela gelir diye korkuyoruz " diyerek onlara koştuklarını görürsün. Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi tarafından süpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman olurlar.
O zaman müminler onlara "Bütün güçleri ile sizin yanınızda olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?" derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır.
Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Al!ah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.
Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren rükua varan müminlerdir.
Kim Allah'ı, Peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur.
Ey müminler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi alaya alanları, eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz. Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan korkunuz.
Görüldüğü gibi, 55. ayetten önce ve sonraki ayetlerin bir çok yerinde “dost” diye tercüme ettiğimiz “veli” kelimesi geçmektedir. Bütün bu veli kelimleerine “idareci, imam” manası verildiğinde ayetler arasında akışın bozulacağı kesindir. O ayeti diğerlerinden ayırmakta yine akışı bozar, ayrıca böyle bir ayırım yapmaya da gerek yoktur.
Bu izahlardan sonra mühim bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Yukarıda ayetle ilgili görüşlerine yer verdiğimiz Şia âlimlerinden olan Matahhari, Vela ve Velayet üzerine isimli eserinde “Fahr-i Razi de Tefsir-i Kebir’de bu ayetin Hz. Ali’nin hakkında İndiğini, Âlimler de rükû halinde zekât verme hadisesinin Ali’den başka diğer hiçbir kimseden vaki olmadığını ittifak etmişlerdir’ demektedir ki; adı geçen tefsiri incelediğinizde kesinlikle böyle bir ifadenin olmadığını görürsünüz. Şiacılar her zaman yaptığını burada da yapmıştır. Söz konusu tefsirde bu iddia reddedilmektedir. Şöyle ki;
“şianın, bu ayetin Hz. Ali hakkında nazil olduğuna dair getirdikleri delillerde kabul edilemez. Çünkü biz müfessirlerin çoğunluğunun bu ayetin bütün ümmet hakkında olduğunu belirtiklerini açıklamıştık. Buna göre bu ayetten maksat “Allah Tealanın Müslümanlara, Müslümanlaran başka kimseyi dost ve yardımcı edinmemelerini emretmesidir.”( Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir Mefatihü’l-Gayb, 9:125)
Fahreddin Razi nin şianın iddialarıyla ilgili söyledikleri;
“Veli” lafzını, aynı anda hem “yardımda” hem de “tasarrufta” bulunan kimse manasına almak caiz değildir. Çünkü fıkıh usulünde müşterek bir lafzı aynı anda iki manada birden kullanmanın caiz olmayacağı kaidesi vardır. İkinci makamın cevabına gelince, biz deriz ki, bu ayette geçen “veli” lafzından “yardımcı” ve “seven” manasının murad edilmesi neden caiz olmasın? Oysa biz “veli” lafzının bu manaya alınmasının “tasarrufeden” manasına alınmasından daha uygun olduğuna dair deliller getirip, daha sonra da Şianın söylediklerine cevap vererek şöyle diyoruz: “Veli” lafzına “yardımcı” manası verilmesinin daha uygun ve yerinde olduğuna şu hususlarda delalet etmektedir:
1. Ayetin hem öncesine, hem de sonrasına ancak bu mana uygun düşmektedir.. bu mananın ayetin öncesine uygun düşmesi şu şekildedir: Cenab-ı hak, “Ey iman edenler, Yahudileri de, Hristiyanları da dost edinmeyin” buyurmuştur. Bu ayet ile Allah, “Yahudi ve Hristiyanları, gerek canlarınız, gerekse mallarınız hususunda tasarrufta bulunan imamlar edinmeyin..” manasını kastedilmemiştir. Çünkü böyle bir mananın batıl oluşu, nerede ise zaruri olarak bilinen bir husustur. Aksine bu ayetle “Yahudi ve Hristiyanları birere dost ve yardımcı edinmeyin, onlarla içli dışlı olmayın ve onlarla birbirinize destek ve yardım sağlamayın” manasına murad etmiştir. Sonra Allah bunu iyice yazaklamak üzere “sizin dostunuz Ancak Allah’tır, Onun Peygamberidir, şöyle şöyle vasfedilen, müminlerdir” buyurmuştur. Görünen o ki, bu ayette emredilen “velayet”, önceki ayette yasaklanan “velayet”in aynısıdır. Önceki ayette yasaklanan velayet yardım manasındaki velayet olunca, bu ayette emredilende yine yardım manasındaki velayet olur.
Bu mananın ayetin sonrasına uygun düşmesi ise şöyledir:
Hak Teala, “Ey iman edenler, sizden evle kendilerine kitap verilenlerle, kafirlerden dininizi bir eğlence ve bir oyun tutanları, veliler, dostlar edinmeyin. Eğer inanmış kimselerseniz Allah’tan korkun (Maide 57.) buyurmuş ve böylece Yahudi, Hristiyan ve Kafirleri dost edinme yasağını tekrar etmiştir. Hiç şüphesiz burada yasaklanan “velayet” de (dostluk) “yardım etme” manasındadır. Şu halde ayetteki “sizin dostunuz ancak Allah’tır” ifadesindeki dostluğun da (velayetin) yardım manasına olması gerekir. Taassubu bırakıpayetin önünü, sonunu hesaba katılıp, insafla düşünen herkes, bu ayetteki “velayet”in (dostluğun), sadece yardımcı olan ve seven manasında bir dostluk olduğunu, “imamet” manasına gelmesinin mümkün olmadığını açıkça anlar. Çünkü bu, aynı maksat için böyle söylenmiş iki söz arasında farklı bir sözü sokma olur. Böyle olması ise son derece tutuk ve düşük bir ifade olur. Halbuki Allah’ın kelamını böylesi şeyden tenzih etmek vaciptir.
2. Şayet biz velayeti tasarruf ve imamet mansına alırsak, ayette bahsedilen müminlerin, bu ayet nazil olurken Allah’ın dostları (velileri) olarak vasıflandırılmamış olmaları gerekir. Çünkü Hz. Ali (k.v), Hz. Peygamber (sav.) hayatta iken tasarrufu (imameti) geçerli değildi. Halbuki ayet, müminlerin o anda da Allah’ın dostları (velileri) olduklarını göstermektedir. Ama biz bu velayet, o anda da mevcut olmuş olur. Böylece velayeti sevgi ve yardım manasına almanın tasarruf (imamet) manasına almaktan daha münasip olduğu kesinleşir.
Allahü Teala, müminlerin Yahudi ve Hristiyanları dost (veli) edinmelerini yasaklamış, müminlere yine müminleri dost edinmelerini emretmiştir. Dost edinmeyi emir ile dost edinmeyi yasaklama cümlelerinin, aynı şey hakkında olabilmeleri için, mutlaka müminleri dost edinmenin o anda mevcut olması gerekir. Tasarruf (imamet) manasında olana velayet, o anda imkansız olduğuna göre, ayete imamet manasını vermek imkansızdır.
3. Allah Teâlâ, ayette bahsedilen müminleri, ayet içersinde (arapçasında) yedi yerde çoğul olarak zikretmiştir. Çoğul lafızları her ne kadar tek kişi için de yüceltme manasında kullanılabilirse de böyle bir kullanış hakikat değil, mecaz olur. Oysa aslolan söze hakiki manasını vermektir.
4. Birçok açık ve net delillerle bir önceki ayet olan “Ey iman edenler, içinizden kim dinden dönerse…(Maide 54) ayetinin Hzç. Ebu Bekir ra. imametinin sahih olduğunu gösteren en güçlü delillerden biri olduğu kesindir. (Fahreddin Razi, “Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” ayetini, mürtedlerle savaştığı için Hz. Ebu Bekir’in hilafetine ve Allah’ın sevdiği bir kul olduğuna delil getirir. Halifeliği Döneminde Hz. Ebu Bekir’in yaptığı savaşların Hz. Ali’nin savaşlarından tesirli olduğun söyler. (Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir Mefatihü’l-Gayb, 9:111-116) Böyle olunca, bu ayet de Hz. Peygamberden sonra ilk olarak Hz. Ali’nin imametinin sahih olduğunu delalaet ederse, iki ayet arasında bir zıtlık olurki, bu yanlıştır. Dolayısıyla bu ayette Hz. Peygamberden (sav.) sonra ilk halifenin Hz. Ali olmayacağına kesinkes hükmetmek gerekir.
5. Hz. Ali (k.v.) Kuran’ın tefsirini Şiadan daha iyi biliyordu. Eğer bu ayet, kendisinin Peygamberimizden sonra ilk halife olacağına delalet etseydi , o bunu her toplulukta delil olarak getirirdi. Oysa o imametin ispat için bu ayete kesinlikle tutunmamıştır. Bu da Şianın delil diye ortaya koyduğu iddiaların anlamsızlığının kesin ispatıdır.
6. Farzedelim ki bu ayet, Hz. Ali’nin hilafetine delalet ediyor. Fakat biz bu ayet indiği esnada, Hz. Ali için böyle bir imametin olmadığı hususunda ittifak ediyoruz. Çünkü Hz. Peygamber (sav.) hayatta iken, Hz. Ali (k.v.) ümmet üzerinde tasarrufta bulunması geçerli olmazdı. Binaenaleyh geriye, ayetin Hz. Ali’nin daha sonra devlet başkanı olacağına delalet etmesi ihtimali kalır. Şia ne zaman bunu savunup ileri sürerse, biz de bunu kabul eder ve bunu, Hz. Ali’nin halifeliğinin Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halifeliğinden sonra olacağı manası alırız. Çünkü ayette, Hz. Ali’nin halifeliğinin zamanını gösteren bir ifade yoktur.
7. Allah Teâlâ bir önceki ayette, “kendisinin seveceği ve kendisni seven, müminlere karşı mütevazı, kâfirlere karşı izzetli ve çetin bir kavim (maide 54) diye, müminleri övmüştür. Böyle olunca, eğer biz, “Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allahtır…” ayetindeki dostluğu (velayeti), sevgi ve yardım manasında alırsak, bu ayet, geçen ayetin manasını ifade etmiş olur ve geçen ayetteki “Allah yolunda savaşırlar” buyruğu da, bu ayetteki “namazı dosdoğru kılan, zekaı veren” kısmının ifa ettiği işlevi yerine getirir. Dolayısıyla bu ayet, bir önceki ayetin manasını kuvvetlendiren ve ona uygun olan bir ayet olur. Böylece bütün bu izahlarla, maide suresi 55. ayetinde bahsedilen velayetin, tasarruf (imamet) manasına değil, yardım manasına olması gerektiği sabitleşmiş olur.
Fahreddin Razi, ayetin tefsirini bu kadarla bırakmıyor. Şianın “Bu ayette zikredilen velayet, “innema” kelimesinin kullanılmış olmasının delaletiyle, bütün mümi,nleri içine alan umumi bir lafız değildir. Çünkü “innema” kelimesi hasr (hususileştirmek) için kullanılır. Oysa “yardım etmek” manasına gelen velayet kelimesi umumidir. Bu da bu ayette zikredilen velayetin yardım etmek manasında olmadığına kesin olarak hükmetmeyi gerektirir” şeklindeki iddialarına da cevap verir. Bununla ilgili olarak mealen şöyle der:
Şianın “ayette zikredilen velayet umumi değildir. Yardım manasındaki velayet umumidir” şeklindeki izahlara gelince. Buna da iki şekilde cevap verilir:
a. Biz, ayette geçen velayetin umumi olmadığını ve buradaki innema edatının hasr için olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili “innema meselü’l-hayati’d-dünya.. (Dünya hayatın hali gökten indirdiğimiz su gibidir…)” ayetidir. Şüphesiz dünya hayatıyla ilgili bundan başka daha pek çok mesele bulunmaktadır. Yani burada innema hasr ifade etmemektedir. Hasr ifade etseydi, dünya hayatı ile ilgili başka mesele olmaması gerekirdi. Yine, “,nneme’l-hayatü’d-dünya…(dünya hayatı ancak bir oyundur, eğlencedir)” buyurulmuştur. Oysa oyun ve eğlence dünyanın dışındaki başka şeylerde de bulunur. Yani innema edatı, oyun ve eğlenceyi sadece dünyaya mahsus kılmamaktadır.
b. İkinci olarak, yardım manasına gelen velayetin bütün müminler hakkında umumi olduğunu kabul etmiyoruz. Allah Teala müminleri iki kısma ayırmıştır:
1. Kendisine velayet edilenler ki, işte bunlar Cenab-ı Hakkın “Sizin dostunuz ancak Allah’tır” sözüne muhatap olanlardır.
2. Veliler ki (dost edinilmesi istenenler) bunlar da Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren müminlerdir. Ayette geçen velayeti yardım manasında alırsak, mana, “Allah bu iki kısımdan birini diğerine yardım kıldı” şeklinde olur. Hâlbuki ayetin emrine muhatap olanların yardımı bütün müminler için söz konusu değildir. Eğer öyle olsaydı, o zaman yardım gören tarafın kendi kendilerine yarım etmiş olmaları gerekirdi. Böylece, ümmetin iki kısımdan birinin yardımının, bütün ümmet için söz konusu olmayıp, aksine bunun diğer kısmına has olduğu kesinleşmiş olur. Böyle olunca da bu ayetteki velayetin hususi olmasından, onun yardım manasına gelmesi gerekmez. Bu, hakkında mutlaka düşünülmesi gereken güzel ve ince bir cevaptır.
Fahreddin Razi, ayetle ilgili olarak, Hz. Ali için uygun olanın namazda iken bütün kalbiyle Allah’ı zikre gark olması olup, başkasının sözünü dinlemeye, namazda iken parmağını uzatıp talepte bulunan kimsenin parmağından yüzüğünü çıkarmasına müsaade etmemesi olduğu, kalbi tefekküre dalan birinin de başkasının sözünü dinlemeye vakit bulamayacağını ifade eder.
Ayrıca Hz. Ali’nin o dönemlerde zekât düşmeyecek kadar fakir olduğunun bilindiğini, dolayısıyla onun Allah tarafından “zekâtı veren” ifadesiyle övülmesinin mümkün olmadığın söyler. ( Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir Mefatihü’l-Gayb, 9:118-126)
Şiacıların biş başka iddiaları da, Bakara: 2/124. “Allah: Ben, Seni insanlara imam yapacağım (dinde önder), buyurdu. Hz. İbrahim: Benim zürriyetiımden de imam yap, diye yalvardı.” ayetini Ali (ra) imametine delil saymaktalar.
İbnü'l-Meğazilî, Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Davet Bende ve Ali'de sona erdi. Her ikimiz de putlara secde etmedik. Allah (c.c.) beni Peygamber, Onu da vâsî kıldı.”
İşte bu da aynı mevzuda nasstır.”
Hadis diye naklettikleri bu haber, hadîs hafızlarının ittifakı ile yalandır. Eğer bu haberle davetin Ali (r.a.) ile sona erdiği kastediliyorsa, Ondan sonra gelenlerin imam olmadıkları anlaşılmış olur.
Diğer imamlar, hatta fâsıklar da putlara secde etmemişler. Bununla birlikte putlara secde edip sonra iman eden bütün ashab-ı kiram ittifakla çocuklarından üstündürler.
Lut (a.s.) Peygamber olmasına rağmen İbrahim'e (a.s.) olan imanı Onun davetine iştirakliği gerektirmemiştir.
Ali (r.a.) ve diğer imamlar Peygamberlerden çok daha aşağı olmalarına rağmen nasıl onların peygamberlik davetlerine ortak olabilir?
Burada şunun söylenmesi gerekmez mi? Cenabı Allah Hz. Muhammed’i peygamber olarak göndermek istemiş ve göndermiştir. Şartların o kadar zorluğuna rağmen onca putperest, Yahudi, falcılar, ateşperestler ona düşmanlık etmişler ama istedikleri zararı verememişlerdir. Hicretten önceki gün putperesler kapısına dayanmış ancak Allah O’nu kâfirlere göstermeden uzaklaştırmıştır. Çünkü Allah onu korumuştur. Burada Allah ın bir muradı mevcuttur onun muradının önünde hiç kimse set çekemez. Allahın muradı kim aşıpda imamların şehit olmasını sağlayabilir? Böyle bir şey olabilir mi? Hem imamlar için halifelik zaruri ise neden bunun için mücadele etmediler? Bu mücadelenin içine Hz Hüseyin ve Hz Zeyd dışında kimse olmamıştır. Onlara yine kendi taraftarları Şiaları ihanet etmiştir. Dolayısıyla eğer Allah Hz Ali nin ve soyunun halife olmasını da murat etmiş olsaydı, bunu namaz ve oructan bahsettiği gibi acık olarak kuranda zikrederdi. İmamların tamamı da bu ayetleri dile getirir. Bu emir için savaşırdı. Sürecin böyle işlemesini kim engelleyebilirdi?. Hiçbir şeyi eğip bükmeden meseleye dostdoğru bakıldığı takdirde her şey düzgün görünecektir. Hala atadan gelen inanış cercevesinde sabit kalıp işe “ama “ diye yoruma kapı acılırsa her görüş her inanış, her düşünce kendini varlığını sürdürmek için felsefeler üretebilir. Mesele; üretilen doğrularmı, Allah ın doğruları mı?
Şii mimarları bu konuda da üretim yaparak yine şiilerin bir kısmının katılmadığı şu yorumu getirerek kendilerince buraya da bir çözüm getirmişler Allah bir şeyin sonucunu görmeden onun ne olacağını önce kestiremez demektedirler. Yani Allah bir şeyi yarattıkları gibi önce görecek tecrübe sahibi olacak demek istemektedirler. İşte Allah ile ilgili anlayışlardan birisi.
1-Hz. MUHAMMED (s.a.s.) Veda Haccı dönüşünde Gadîru Hum'da konaklamış, gruplar memleketlerine dönmeden önce onları toplayarak bir hitâbede bulunmuştur. Bunun sebebi “-"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Şayet yapmazsan O'nun risaletini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır." (el-Mâide, 5/67). Şiî müelliflere göre bu ayet Hz. Ali hakkında nâzil olmuştur. Ayette tebliğ edilmesi gereken şey, Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hz. Peygamber takiyye için eşi Âişe(r.a)den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden Cenâb-ı Hak onu ikaz etmiştir Kûleynî, el-Kâfî, II, 72).
Hz. Peygamber Gadîr'de bu ayeti tebliğ ettikten sonra şöyle demiştir:
"Cebrâil (a.s.) bana Rabbimden şu emri getirdi ki; Ali b. Ebî Tâlib benim kardeşim, vasîm, halîfem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar, ALLAH onu size velî ve İmam olarak tayin etti; ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona karşı çıkan lânetlenecek, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itaat ediniz; ALLAH mevlânız, Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyamete kadar devam edecektir" (Vâhidî, Esbabü'n-Nüzûl,
Yine Şii bir müellif olan Hakim Haskani bu ayet in nuzul sebebinin; "Hz. Peygamber Mi'rac'a çıkınca, Arş'ın altından Ali bın Ebi Talib'in hidayet bayrağı olduğunu işitmiş, fakat yer yüzüne inince bunu gizlemiştir. Bunun üzerine Allah, "Ali hakkında indirileni tebliğ et" ayetini indirince gadir humda açıklamak zorunda kalmıştır. Demektedir.( H.el.Haskari; Şevahidu't.Tenzil, 1/87, 191, 192. )
Bunların dışında Şiiler gadir humda peygamberimizin; Müslümanlara iki emanet bırakıyorum bunlardan biri Kuran diğeri ehlibeytim diyerek, Hz. Ali'nin elini kaldırdığını ve "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" dediğini ifade etmektedirler. Yine Resulullah (s.a.s.) ın, "ALLAH’M, Ali ye yardım edene yardım et; ona düşmanlık edene düşmanlık et".,"Allah’m, hakkı döndüğü yerden Ali tarafına döndür." Diyerek dua ettiğini söylemektedirler.
Peygamberimizin Hz.Ali ile alakalı bu ilanını dinleyen sahabeden Haris b. Nu'man el-Fihrî'de Devesini Ebtah denilen yerde çöktürdükten sonra, ashab arasında bulunan Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna çıkarak O'na şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı emrettin. Sana, evet, dedik. Sonra bunu da kâfi görmedin. Amcan oğlunun omzunu tutup Onun bizden üstün olduğunu ilân ederek:
“Ben kimin efendisi isem Ali de, O'nun efendisidir.” dedin. Eğer senin bu sözlerin Allah'tan bir vahiy ise bize bildir. Hz. Peygamber evet Allah'tan deyince geri dönmüş ve kendi kendine eğer bu gerçekten senin katından ise bize gökten taş yağdır yahut elim bir azap ver" demiş, Meâric: 70/71 âyeti nazil olmuştur. Bunun ardından Haris gideceği yere varmadan gökten taş yağdığını, Haris'in tepesinden girip altından çıkarak onu öldürdüğünü iddia etmektedirler. Oysa sözü edilen kişi Müslüman olmadan ölmüştür. Burada Haris b. Nu'man Suhabi imiş gibi gösterilmiştir. Feyzu'l. Kadir 6/218. Bu husus Nakkaş ın tefsirinde yer almaktadır. Oysa böyle bir olay tamamen uydurmadır. Hakiki hadis âlimlerinin böyle bir rivayeti mevcut değildir. Zaten Nakkaş'ın tefsirleri bu ve buna benzer yalan haberlerle doludur. Şianın burada bir tezadı görünmektedir ki nakkaşın kendilerinin kullanabileceği ya da kendi akidelerini destekleyen yöndeki sözlerini ön plana çıkartıp işte ehlisünnet âlimi de bizim tezimizi destekliyor derken nakkaş’ın işlerine gelmeyen sözlerine hiç itibar etmezler. Öyleyse Şiiler Nakkaş ın Hz Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) faziletleriyle ilgili sözlerine itibar etmeleri gerekmez mi? Sa'lebi'nin tefsirinden naklettiği söz konusu hadis, hadis mütehassıslarının ittifakı ile uydurmadır. Onun için bu hadis kendilerine müracaat edilebilecek eserlerin hiçbirinde böyle bir rivayet bulunmamaktadır.
Bilindiği gibi Ebtah, Mekke'de bir yerdir. Hâlbuki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), o sırada ne Ebtah'da ve ne de Mekke'de bulunmuştur. Sa'lebi'nin “İnecek olan bir azabı, istedi bir isteyen” (Meâric: 70/71) mealindeki ayet-i kerime indi demesi de doğru değildir. Çünkü mezkûr âyet hicretten önce Mekke'de inmiştir.
“Maide suresinin”….Allah seni insanlardan korur ayeti de seferidir. İbn-u Hibban’ın sahihinde Ebu Hureyre’den rivayetine göre ayet, Resulullah’ın bir seferinde nazil olduğu bildirilmiştir.
“Allahım! Eğer bu, senin tarafından gelmiş bir hak ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır..” (Enfal: 8/32) mealindeki âyet-i kerime ise ittifakla Bedir muharebesinden sonra inmiştir.
Yine bütün müfessirler bu âyetin Ebu Cehl ve arkadaşlarının Mekke'de iken Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) söyledikleri bazı sözleri üzerine indiğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Ondan sonra üzerlerine taş da inmemiştir. Eğer bu mechûl adamın boynuna taş düşüp dübüründen çıkmışsa bu, ashab'ül-fil'in cezasına benzer fevkalâde bir cezadır. Böyle bir adamın başına bu durum gelseydi, mu'cize kabul ederek birçok kimseler onu nakledeceklerdi. Bu olayı gören şahit olan onca ashabı kiramda Hz. Ebu Bekir’i birinci halife seçmez ona biat etmez bu hadisi ve olayı delil göstererek Hz Ali nin imametine biat ederler hiçbir karışıklık meydana gelmezdi.
Hem Hz. Peygamber'in halkın kendisi hakkında "amcasının oğlunu korudu" derler demesinden korkması, Ali namına Hz. Peygamber'e yapılan bir saygısızlıktır. Maide
Suresi Kur an-ı Kerim'in son nazil olan surelerinden biridir. Veda haccında veya feth senesinde nazil olduğuna dair rivayetler vardır!( Kurtubi, el.Cami 6/30.). Bu gün sizin dininizi ikmal ettim mealindeki ayet in bu surede bulunuşu bu ayetin Mekki olmasına bir engel teşkil etmez. Nitekim İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber "Allah beni Peygamberlik vazifesi ile gönderdiği zaman halkın beni yalanladığını gördüm. Bu bana çok zor geldi. Bunun üzerine Allah, bu ayeti indirdi demiştir. Kurtubi'nin ifadesine göre, bu sıralarda Ebu Talibın her gün Hz. Peygamber'i korumak üzere nöbetçiler gönderiyordu. "Allah seni insanlardan korur" ayeti geldikten sonra Hz. Peygamber, "amca, Allah beni insanlardan ve cinlerden korur, benim nöbet tutacak kimseye ihtiyacım yok"( Kurtuhi, u.g.e. 6/243, 244.) demiş ve bu nöbet işinden vazgeçmiştir. Kurtubi'ye göre sure Medeni olmasına rağmen bu ayet Mekkidir. Fahrettin Razi, ayetin tefsirinde, sebeb-i nüzulü hakkındaki çeşitli görüşlere yer verdikten sonra "doğru olan kavlin Yahudi ve Hıristiyanların kötülüklerinden emin olmak için indirildiğini açıklayıp Şia'nın iddialarını reddediyor.( Tefsir-i Kebir 12. 48, 49.) Ayet gerçekten Hz. Ali ile, ilgili olsaydı, kafirlerden değil, Müslümanlardan söz etmesi gerekirdi.
Yine konuyla alakalı bir başka mevzuda Hz. Ali'nin torunu Hasan el-Musenna'ya, Hz. Peygamber ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır "dedi mi diye sorulmuş," evet, fakat bununla emirliği ve sultanlığı kastetmedi. Öyle demek istemiş olsaydı, bunu daha açık bir şekilde belirtirdi. Çünkü Resulullah Müslümanların en fasih olanıdır, eğer mesele söylenildiği gibi olsaydı, 'ey insanlar, bu dini ve dünyevi işlerinizin velisi ve benden sonra da size hükmedecek olandır, onu dinleyin ve itaat edin derdi, vallahi Allah ve Re sulü bu iş için Ali'yi seçip Müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de bunu yerine getirmeseydi, Allah 'ın ve Resulünün emirlerini ilk terk eden olurdu. Demiş ve hadisin sonundaki "Ona dost olana dost, düşman olana da düşman ol" duasının doğru bir söz ve icahet edilecek bir dua olduğunu belirttikten sonra "Ali'ye düşmanlık edenler Rafızîlerden başkası değildir, onu layık olmadığı bir duruma düşürürler" demiştir. .( İbn Arabi; cl.Avasım Mine'l-Kavasım 185-186.)
İran devrim lideri Humeyni “Kesful Esrar” isimli kitabında diyor ki: “Hadisin basında da ispat ettiğimiz gibi Nebi (s.a.v)’in Kur’an da İmamet konusunu açıklamasında geri çekilmesinin sebebi: kendisinden sonra Kur’an’ın tahrif edilmesinden korkması ve Müslümanlar arasında ihtilafların şiddetlenip bununda İslam’a tesir etmesidir. Ve su da apaçık görünüyor ki Eger Nebi (s.a.v) Allah’ın imamet konusunda ona vahyettigi tebliği yapmış olsaydı, şuan ki İslam beldelerinde Müslümanlar arasında ki bu ihtilaflar ve münakasalar patlak vermezdi”.(Kesful Esrar Sayfa149 155)
Adı geçen zatın tavrına dikkat ederek söylediklerinin ne manaya geldiğini iyice irdelemek gerek. Hz peygamber Allah ın “biz koruyacağız” dediği kuranın değiştirilmesinden korktuğu için imametle alakalı ayeti açıklamadığını söylüyor. Haşa burada Hz Peygamberimizi suçlamaktadır. Çünkü işinde eksiklik gerçekleştirmesi, açıklaması gerekeni açıklamaması nedeniyle kuranda ilk tahrif ilk önce peygamber tarafından başladı. Çünkü O İmamet ve İmamlar konusunda Rabbinin ona vahyettigini tebliğ etmemiştir. Ve İmamet ve İmamlar konusunda ona vahy inmesine rağmen O Kuran’da ki imamları ve imameti insanlara açıklamadı (!) bundan dolayı da ümmet O’nun vefatından sonra fitnelere ve ihtilaflara düştüler! Diyor Şianın en önde gelen lideri.
Mezhepçilik adına yapılan iddiaların insan yüzünü ne kadar çirkinleştirdiğini buradan görmek mümkündür.
Şiî âlimlerin Gadîru Hum meselesi ile alakalı iddia ettikleri rivâyetleri islam âlimlerinin değerlendirmesine bakacak olursak;
İbn Hamza, Usame'nin, Ali b. Ebu-Talib'e "Sen benim mevlam değilsin, benim mevlam Resulullahtır" dediğini, Hz. Peygamber'in de bunu işitince "ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" dediğini yazmaktadır. Tirmizi'nin rivayetinde ise, Hz. Peygamber bir seferde ordunun başında Ali b. Ebi Talib'i görevlendirmesi sonucu Ali den duyulan hoşnutsuzluğu gidermek amacıyla olayı kardeşliğe bağlamak için söylediği sözler belirtilmektedir. Konuyla alakalı geniş bilgi aşağıda yer alacaktır.
Tirmizi'nin rivayeti ile İbn Kesir'in Büreyde'den naklettiği haber birbirinden farklı olaylar değildir
İbn Teymiye Minhacu's-Sünne 4/118 de bu iddiaların tamamen uydurma olduğunu ifade ederek, "bu uydurmanın mütevatir olması bir yana sahih bir isnadı bile yoktur. Bu mesele hakkında Sakife gününde, Ömer'in vefatında, altı kişilik Şura teşekkül ettiği zaman ve nihayet Osman'ın şehadetini müteakip, Ali'nin hilafeti üzerine münakaşalar yapıldığı günlerde, sahabeden biç değilse bir kişinin ortaya çıkıp durumu açıklaması beklenmez miydi? Görüldüğü gibi hu, rafızilerin uydurmalarından biridir". Diyor. Yine bu konu ile alakalı meşhur Goldziher diyor ki: ” Vaziyet bu olunca, Ali taraftarları onun Peygamberin doğrudan doğruya
tayinine mazhar bulunduğunu göstermeğe matuf rivayetler icad edecek ve onları söz sahibi kılacaklardı. Bu niyete cevap olmak üzere vücut bulan Hum hadisi, Ali fırkası nazariyatının en sağlam temellerinden birisini teşkil etmektedir. Son derece meşhurdur. Sünni 'otoriteler dahi onun sıhhatine itiraz etmemektedirler. Fakat onu başka bir mana vererek gerçek hedefinden çevirmiş bulunmaktadırlar. " Bunların dışında Gadir-i Hum olayını tamamiyle reddetmeden meseleyi açık bir şekilde ortaya koymayan Sünni alimlerde mevcuttur ki . Müslim bunlardan biridir.
İbn Mace de Gadir hadisine Sünen Mukaddime 11. de yer vermiş: fakat Hz. Peygamberin konaklayıp halka hitap ettiği iddia edilen yeri ismen net olarak bildirmemiştir Gadir-i Hum olayı, olup olmadığı, yeri ve içeriği çok münakaşa edilen bir konudur. Hz. Peygamber, Hum denilen mevkide namaz kılmış, dinlenerek ashabiyle sohbet etmiş olabilir. Eğer orada Ali'yle ilgili bir hutbe okudu ve onu gerçekten halife olarak tayin etseydi; hilafet üzerine münakaşaların yoğunlaştığı günlerde Peygamber'in bu vasiyetini duyanlardan hiç 'olmazsa birisinin çıkıp bunu açıklaması gerekirdi. Öyle anlaşılıyor ki Şiiler daha sonraları Hum hadisi diye dillendirip insanların kafasında yer edinilmesini sağladıktan sonra iddialarını bu hadisenin içine yerleştirmiş olduklarını görmek mümkündür. Çünkü Buharinin; Sahih, İsti'zan 29 da geçen. Hz. Peygamber'in hastalığında Alib. Ebi Talib onu ziyaretten çıktıktan sonra halk "Ey Ebu Hasan, Resulullah nasıl oldu?" diye sordular. Elhamdülillah iyi diye cevap verdi. Ravi diyor ki: "Bunun üzerine Abbas, Ali'nin elinden tutup bana bak, vallahi sen üç gün sonra köle olacaksın. Allah'a yemin ederim ki Abdu'I-Muttalib oğullarının yüzünde gördüğüm ölümü Resulullah'ın yüzünde de gördüm. Haydi, Resulullah'a gidelim ve bu işin (hilafet) bize ait olup olmadığınıı soralım. Eğer bize ait ise bilelim. Şayet bize ait değilse Hz. Peygamber bizi (yeni halifeye) vasiyet etsin. Ali, vallahi ben bunu yapamam, eğer Hz. Peygamber'e gider de bunu bize vermezse kimse onu bize daha sonra vermez". Buhari',den naklettiğimiz bu haberden sonra durum bütün açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Eğer gerçekten Ali'ye Hz. Peygamber tarafından hilafet iddia edildiği gibi vasiyet edilmiş olsaydı, ne Abbas yukarıdaki sözleri söyler ne de Ali böyle cevap verirdi. Bu rivayet de göstermektedir ki, Ali'nin vasiy ve halife olarak seçildiğine dair nakledilen bütün rivayetlerin gerçekle bir alakası yoktur ve uydurmadır.
Konuyu irdelemeye devam ederken Maide 67 ayetin iniş zamanı, yer ve sebebine bakılacak olursa;
Gadîru Humu kabul eden bazı kaynaklar hicretin onuncu yılında Zilhiccenin onsekizinci günü Veda Haccı'ndan dönerken okunan bir hutbe olduğunu söylemekteler. Aynı yıl Zilhiccenin dokuzuncu günü Arefe günü, "Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3) ayeti inmiştir. Bu ayetin, Hz. MUHAMMED'e peygamberliğin tebliğini emreden, yukarıda meâlini verdiğimiz Mâide suresinin altmış yedinci ayetinden daha önce inmesi mümkün değildir? Çünkü Dinin tamamlandığını bildiren ayet inmiş ve yüzbin'in üzerinde hacıya tebliğ edilmiştir. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu Mâide suresi altmış yedinci ayetin daha önce, Mekke fethi ve Hayber gazvesinden önce indiğini tesbit etmişlerdir (Saîd İsmail, Hakîkatü'l-Hılâf Beyne Ulemâi-ş-Şîa ve Cumhûri Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale 1983, . 25, 26).
İbn-u Ebi Hatim ve İbn-u Merdeveyh, Cabir’den rivayet ettiklerine göre ayet, Benu Enmar gazvesinde Batnanahle’nin tarafına düşen Zaturrika’da nazil olmuştur. (El İtkan Fi Ulumil Kuran İmam Suyuti)
Enmar Gazası ile Zatur Rİka gazası aynı gazadır diyenler de vardır. Ancak Buharı Enmar ve Zaturrika’yı ayrı ayrı olarak zikretmektedir. Zaturrika ise Hayber savaşından sonra olduğu yine Buharı tarafında rivayet olunmuştur. Önce olduğuna dair rivayetler var ise de en sahih olan Hayber’den sonra olmasıdır. Bu konuyla alakalı Kitabul Megaziye bakılabilir.
Enmar ile Zaturrika’nın aynı gaza olduğunu söyleyenlere göre Maide 67 ayeti kerimesi hicri yedinci yıllarında nazil olmaktadır.
Uhud savaşından sonra da nazil olduğunu söyleyenler vardır.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki her halükarda bu ayeti kerime Veda haccından önce nazil olmuştur. Dolayısıyla veda haccından sonra meydana gelen Gadir Hum olayından en az üç sene önce inmiştir
Şimdi de Maide 3. ayeti kerimesinin, yani “…Bugün dininizi kemale erdirdim…” ayeti celilesinin ne zaman nazil olduğuna bakalım
“Yahudilerden bir adam Ömer’e gelerek dedi ki: Ey EmirülMüminin, sizin kitabınızda okuduğunuz bir ayet var ki eğer o ayet Yahudiler topluluğuna inseydi biz o günü bayram yapardık. Ömer dedi ki hangi ayettir O Yahudi: Bugün dininizi kemale erdirdim” bunun üzerine Ömer dedi ki: Ben o ayetin indiği günü ve nerede indiğini biliyorum. O ayet Resulullah’a Arafatta Cuma günü indi.( Müslim, Kİtabut Tefsir) Ayrıca Buhari de, tırmizde de Müslim deki rivayete benzer rivayetler mevcuttur. Ayrıca diğer hadis kitapların da bu ayeti kerimenin Nebi Aleyhisselama Veda Haccında, Arafat ta iken indiğine dair rivayetlerde vardır. Bu tarih ise Zilhiccenin dokuzu Cumaya rastlamaktadır. Bu tarihten sonra Nebi aleyhisselam 80 veya 81 gün yaşamıştır.
Bu meseleyi tam anlayabilmek için, Ayetı öncesi ve sonrası ile bölüp parçalamadan bütün olarak bir okuyalım.
65 eğer kitâb-ı mukaddes'in izleyicileri [gerçek] inanca ve Allah’a karşı sorumluluk bilincine ulaşmış olsalardı, biz gerçekten onların [geçmiş] kötülüklerini siler ve onları nimet bahçelerine sokardık; 66 Eğer onlar Tevrat’a, incil'e ve rableri tarafından kendilerine indirilmiş olan bütün [vahiy]lere uymuş olsalardı, gökyüzünün ve yerin tüm nimetlerinden yararlanırlardı. Onların bir kısmı doğru bir yol tutarlar; çoğuna gelince, yaptıkları ne kötüdür onların!67 ey elçi! Rabbinin sana indirdiklerini tebliğ et: sen onu tam yapmadığın sürece rabbinin mesajını [hiç] yaymamış olursun. (görevini yaparsan) Allah seni [inanmayan] insanlardan koruyacaktır. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.68 de ki: “ey kitâb-ı mukaddes'in takipçileri! Siz, tevrat'a, incil'e ve rabbiniz tarafından size indirilen her şeye [tam olarak] uymadıkça inançlarınızı sağlam bir temele oturtmuş olmazsınız!
Görüldüğü gibi ayeti parçalamadan işine geleni cımbızla cekip almadan bir bütün olarak bakıldığın ehli kitap ile alakalı olduğu anlaşılır. Asla Şiilerin çıkardığı anlam çıkmaz
Kitap Ehli, Müslümanların Dini ile alay ve oyun konusu etmekteydiler. Bu onların azgınlığını ve küfrünü artırıyordu (Mâide 5/57, 64). Bunun an¬lamı, Hz. Peygamber'in getirdiği mesaja ağır bir tepki gösteriyorlardı.
Ahmed B. Hanbel'in Müsnedinde (I, 309) Be¬lirtildiği gibi, Bu tepki karşısında Hz. Peygamber, İnsanların Onu Yalanlaması, Yahudi, Hıristiyan Ve Müşriklerin Onu Korkutması Sebebiyle Peygamberlik Görevini Yürütemeyeceğinden Endişeye Kapıldı. Âyet Bunun Üzerine İnmiştir. Hata Hz. Aişe annemiz buyurdular ki: (Maide 67) ininceye kadar Nebi sallallahu aleyhi ve selemi alt niyetli kitap ehlinden nöbetçiler tarafından korunurdu.( İbn Hatim, Hakim, Tımizi ve İbn Cerir)
Zaten âyetin devamındaki "Allah seni insanlardan koruyacaktır" ifa¬desi, âyetin iniş sebebinin, toplumun tehlike arz edecek kadar ağır tepkisi olduğunu ortaya koymaktadır.
Rivayet ediliyor ki Resulullah (s.a.v) bir hadis-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ beni peygamberlik göreviyle gönderdi. Bundan dolayı çok sıkıldım ve görüyorum ki insanlar beni yalanlıyorlar. Yahudiler, Hıristiyanlar, kureyşliler korkutuyorlar. Ne zaman ki Allah, 'peygamberlik görevlerini tamamen tebliğ etmezsen seni cezalandırırım.' dedi, korku da tamamen ortadan kalktı". Eğer böyle yapmazsan, yani sana tebliğ edilmek için indirilenleri tebliğ etmezsen Allah’ın peygamberlik görevini, elçiliğini ifâ etmemiş olursun. Nâfi kırâetinde, çoğul olarak şeklinde okunduğuna göre, Allah’ın elçilik görevler i ni tamamen yerine getirmemiş, vazifeni yapmamış olursun. Allah ise seni insanlardan tamamen koruyacak. Çünkü muhakkak ki Allah kâfirler gürûhunu gayelerine ulaştırmayacak, sana karşı herhangi bir sû-i kast yapmaya kalkışacak olanların herhalde kâfir l erden olacağında şüphe yoktur. Şu halde Allah seni her halde- insanlardan korur ve muhafaza eder. Fakat hiçbir kimseyi Allah’ın azabından koruyacak bir muhafız yoktur...
Bu ayette geçen ve bir önceki cümle ile kesin olarak irtibatlı bulunan “Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah kafirler güruhunu maksatlarına ulaştıramaz” kısmı, ayetin Gadir Hum’da değil, İslamiyet’in ilk yıllarında nazil olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü ayette “kafirler güruhunun maksatlarına ulaşamayacağı” gibi çok ağır bir itham vardır. Oysa Veda Haccı dönüşünde, Gadir’de konaklanması esasında Peygamberimizin yanında binlerce Sahabi vardır. Kuran’ın onları “Kafirler güruhu” olarak vasıflandıracağı düşünülemeyeceğine göre, Allah’ın Peygamberimizi Sahabelerden koruyacağı şeklinde de anlaşılmayacağına göre, buradan da anlaşılıyor ki; yüce Allah Sevgili Habibini Sahabeler vasıtasıyla diğer insanlardan korumuştur. Dolayısıyla yirmi üç yıllık sıkıntılı bir hayattan sonra İslamiyet’in tamamlandığı, ayette açıklandığı gibi kemale erdiği bir zamanda, vazifesini yapmak hususunda hiçbir şeyden korkmayan bir Peygamberin üstelik akrabaları da yanında olduğu halde kendi Ashabından korktuğunu iddia etmek cesarette eşi benzeri olmayan Resulullaha büyük bir hakarettir. O Resulullah ki Hz. Ali gibi küçük bir çocuktan başka maddeten hiçbir koruyucusu olmadığı halde Ebu Cehil, Ebu Lehep, Ümeyye bin Halef ve daha birçoklarından korkmayarak Allah’ın dinini açıktan açığa tebliğ edecek, bu uğurda Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve daha pek çok yerde azılı müşrikleri karşısına alacak, elinde kılıç onlarla cihat edecek, din kemale erdikten sonra en yakın arkadaşlarından hele hele Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den, hanımından korkarak Hz. Ali’nin kendisinden sonra halife olacağını açıklamaktan korkacak? Bu hiç ona yakışacak bir vasıf mı? Bu düpedüz hakeret aşağılamaktır. Bu da asla Hz peygambere yakıştırılacak bir anlam değildir.
O Resul ki, birkaç gün öce Arafat’ta, Mekke’de Ashabına Hitaben Yaptığı konuşmalarda “Tebliğ ettim mi?” diye soracak, onlar “Evet” deyince “Allah’ım şahit ol” diye vazifesini layıkıyla yaptığına Allah’ı şahit tutacak, sonra da Ebu Bekir’den, Ömer’den, en yakın arkadaşlarından korkarak Allah’ın en son emrini tebliğ etmekten çekinecek. Bu inanılmaktan öte konu edilecek bir husus bile değil. Şiacıların en büyük delil saydığı yorum kendilerini bataklıktan çıkarmaya yetmemiştir.
O Resül ki, putperest toplumda batıl yaşam biçimi zirveye çıkmışken, kadınları yoksulları, köleleleri insan yerine koymazken, zaaflarını hayata geçirmede zirveye çıkmışken onlara korkmadan ve çekinmeden “Kendi yaptığınız Putları terk edin, bir olan Allah’a iman edin” namaz kılın, oruç tutun, içki içmeyin, kumar oynamayın, zina yapmayın, faiz yemeyin diyecek cesareti gösterirken onunla hiç kıyaslanmayacak cesaret bile gerektirmeyecek bir konu da Hz. Ali’nin halife olacağı ve bunu ümmetine açıklaması vahiy edildiğinde korkacak, Allah da ona korkmamasını emredecek?
O Allah ki, son Resulü ile tebliğ ettiği en mükemmel dini olan İslamiyet’i Resulünü tebliğ vazifesini açıklayamayacak kadar haşa korkutan Ebu Bekir ve Ömer’in eline bırakacak?
Haşa ve kella, Allah böyle abes iş yapmaktan uzak olduğu gibi, Peygamberimizde Allah’ın en son emrini tebliğ etmekten korkan biri olmaktan uzaktır. Hiç kimsenin o Yüce Peygamberi korkaklıkla itham etmeye, canlarını yolunda siper eden ve pek çok yerde Kuran’ın övgüsüne mahzar olan Sahabileri Peygamberimizin hele hele Allah’tan aldığı emirleri tebliğ etmekten korkutacak kimseler olduğunu söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Bu çok ayıptır. utanılacak bir iftiradır.
Ayetin ifadesinde Hz. Alinin hilafetiyle ilgili hiç bir şey yoktur. Şevkaninin de belirttiği gibi, ayet umum ifade etmektedir.( Şevkani, Muhammed, Fethu'l- Kadir, Daru İhyai't- Türasi'l- Arabi, Beyrut, ts. II, 59. Ayrıca bkz. Kurtubi, VI, 157)
Yani, "rabbinden sana ne indirilmişse, hepsini tebliğ et" demektir. Nitekim Hz. Aişe, "her kim 'Muhammed kendisine indirilenlerden bir şey gizledi' derse, yalan söylemiş olur" demiş ve üstteki ayeti okumuştur.( Buhari, Tefsir, 5/7; Şevkani, II, 59)
Durum böyle iken, şia bazı zayıf ve uydurma rivayetlere dayanarak, (Şevkani, II, 59-60) mezkur ayetin Hz. Alinin hilafetini bildirdiğini söyler. Halbuki bu iddialarıyla Hz. Peygamberi görevini tam yapmamakla itham etmektedirler. Zira ayet eğer onların anladığı gibiyse, Hz. Peygamber bunu tebliğ etmeden gitmiş demektir. Zaten şiacılar sahabenin ortaya koyduğu delilleri karartmaya çalışmış yerine uydurma rivayeti gerçek gibi taraftarlarına sunmaktan geri durmamışlardır.
Şunu da belirtmekte fayda var. Şia tarafında Allah’ın Hz. Ali’yi halifet tayin ettiği hususunda en kuvvetli delil olarak gösterdikleri bu ayet, kendilerini de tatmin etmemiş olmalı ki, Kuran’ın tahrif edildiğini, Kurandan Hz. Ali’nin hilafeti ve fazileti ile ilgili ayet ve surelerin çıkarıldığını iddia etmek mecburiyetinde kalmışlarıdır. Sözü edilen kısmı kurandan çıkaran kimselerin Maide 67’yi niye çıkarmadığına hususuna da hiç cevap bile vermemişlerdir. Tabi iddialarına Kurandan delil bulamayınca iddialarının doğrulanması için kurana olan güven duygusunu yıkma yolunu seçmişlerdir. Şiilerin kuran ve hadis anlayışı mevzuunda bu husus işlenecektir.
Bu konunun daha net anlaşılması için Peygamberimizin dinlenmeye durduğu Gadir Humda hutbe irad etmesinin sebebini açıklayan kaynaklar olayı şöyle anlatmaktadır.
Peygamberimiz Veda haccından bir müddet önce Hz. Ali’yi Yemen’e vazifeli olarak göndermişti. Hz.. Ali Veda haccında Peygamberimizle buluşacaktı. Hz. Ali, Mekke'de Rasûlullah'la buluşmak için Yemen'den dönü¬şünde biraz acele ederek önden gitti. Askerlerin başına arkadaşlarından birini vekil bıraktı. Bu vekili de Hz. Ali'nin Yemen'¬den getirmiş olduğu kumaşları askerlere dağıttı. Askerler bu elbisele¬ri giydiler. Mekke'ye yaklaştıklarında Ali onları karşılamaya çıktı. Bir de baktı ki, Yemen'den getirmiş olduğu elbiseler, askerlerin üze¬rinde... Vekil olarak bıraktığı komutana kızarak:
— Yazıklar olsun sana! Bu nedir? Diye hesap sordu. Vekili şu ceva¬bı verdi:
— İnsanların araşma geldikleri zaman askerlerin biraz düzgün kı¬yafetleri olmalarını istedim. Onun için onlara bu elbiseleri giydirdim.
— Yazıklar olsun sana! Bunlar Rasûlullah'ın yanına gitmeden, elbiseleri üzerlerinden çıkar.
Bunun üzerine askerlerin üzerindeki elbiseleri çıkarttırdı ve tek¬rar yerlerine koydurdu.
Bunun üzerine askerler, Hz. Ali'nin kendilerine yaptığı bu mua¬meleden şikayetçi oldular.
İbn İshak, Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İnsanlar Ali'yi şikayet ettiler.
Peygamberimiz onlara “Ey insanlar, Ali’yi şikayet etmeyiniz. VALLAHİ o ALLAH yolunda şikâyet edilmez” dedi. Hac dönüşü Gadir Hum mevkiine geldiklerinde de mola verdi Gadir-i Hum Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bulunan bir mevkinin ismidir. Orada bir müddet istirahat edip öğle namazını kıldıktan sonra, Sahabilere hitaben şöyle bir konuşma yaptı:
“Ey insalar! Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım, Çok sürmez Yüce Rabbimin elçisi bana gelecek, ben de onun davetine icabet edeceğim. Ben size kıymeti ve mesuliyeti ağır iki emanet bırakıyorum. Birincisi Yüce ALLAH’ın Kitabıdır ki, onun içinde hidayet ve nur vardır. Cenab-ı Hakkın kitabına sım sıkı sarılınız. İkincisi de Ehli Beytimdir. Ehli Beytime muamele hususunda size ALLAH’ı hatırlatırım.
Efendimiz bu konuşmadan sonra, oradakilere “Sizin veliniz kimdir?” diye sordu.
“Bizim velimiz ALLAH ve Resulüdür” cevabını verdiler
Peygamberimizi, “Ey insanlar! Benim müminlere öz nefislerinden daha sevgili olduğumu biliyorsunuz, değil mi?” buyurdu.
“Evet” dediler Peygamberimiz sualini tekrarladı, yine aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Resulullah Hz. Ali’nin elinden tuttu ve şöyle buyurdu:
“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’m ona dost olana dost, düşman olana da düşman ol. Ona yardım edene yardım et”
Bu sözler Hz. Ali’nin halifeliğe tayin etmek için değil Hz. Ali' ye karşı duyulan hoşnutsuzluğun giderilmesi için olaya Hz. Peygamber'in. Müdahale etmesidir. Çünkü Hz. Peygamber, müminler arasında birlik ve beraberliğin bozulmasını istememektedir, dostluk ve kardeşlik havasının devamını ve yerleşmesini arzu etmektedir.
Her şeyden önce Hz. Ali’nin hutbelerinden toplandığı söylenen Nechul Belaga ve diğer kaynaklarda ki sözleri böyle bir iddianın doğru olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadır. Bunun dışında kullanılan kelimelerin ne anlama geldiğine bakacak olursak;
kullanıldığı iddia edilen “Mevla” sözünün on beşe yakın manası vardır. Bundan hilafet manasını çıkarmak doğru değildir. “velayet” Şiilerin kastettiği halifelik manasında değil, “dost, efendi” manasındadır” Eğer Peygamberimiz burada Hz. Ali’yi halife tayin etmek isteseydi, bunu yirmiye yakın manası olan bir kelime ile değil de, hiçbir şüphe ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde açık ifadelerle anlatırdı.
Bakillani de bu hadiste geçen Mevla kelimesi ile ilgili olarak şöyle der:
“Mevla kelimesinin çok manası vardır. Yarımcı manasına gelir, amcaoğlu manasına gelir, sevilen ve seven anlamına gelir, mekan ve karar anlamına gelir. Vela hakkına sahip köle azad eden kişi anlamına gelir, komşu anlamına gelir, damat anlamına gelir, antlaşmalı anlamına gelir, Mevla sözü bütün bu anlamları ifade edebilir, bu kelimden Mevla itaat edilmesi farz imam anlaşılmaz”
Bakillani daha sonra bu kelimeden şu mananın anlaşılabileceğini söyler:
“Her kim beni seviyor, ben gizlim ve açığımla onun velisi isem, Ali de
— Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım, Ali'ye dostluk edene dost ol. Ona düşmanlık edene de düşman ol.»
Bu rivayetin senedi zayıf ve gariptir.
İmam Ahmet b. Hanbelî’n oğlu Abdullah, Ubeyd b. Velid el-Kay-sî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın yanına gittim. Bana, Hz. Ali'nin geniş ve düzlük alanda insanlara şöyle seslendiğini duyduğunu ifade etti:
— Gadir-i Hum gününde Rasûlullah (s.a.v.)'m konuştuğu sözleri duyan bir adam varsa, Allah aşkına ayağa kalksın ve onu görmüş olandan başkası ayağa kalkmasın.
Hz. Ali'nin böyle demesi üzerine oniki kişi ayağa kalkıp şöyle de¬diler:
— Rasûlullah (s.a.v.)'m, Ali'nin elini tutup şöyle dediğini gördük ve işittik:
— Allah’m, Ali'ye dostluk edene dost ol. Ona düşmanlık edene düşman ol. Ona yardım edene yardım et. Onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak!
“Cühfe gününde Rasûlullah (s.a.v.)'ın Ali'nin elini tutmuş ola¬rak- hutbe irad ettiğini, sonra cemaata şöyle dediğini işittim:
— Ey insanlar! Ben sizin velinizim.
- Doğru söyledin ya Rasûlallah..
Bundan sonra Rasûlullah, Ali'nin elini tutup kaldırdı ve şöyle bu¬yurdu:
İşte bu benim velimdir. Ve benim yerime (borçları, emanetleri) ödeyecek kişidir. Buna dostluk edene Allah da dostluk edecektir. Bu¬na düşmanlık edene Allah da düşmanlık edecektir”
Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna da bu hususta şöyle der:
“Resulullah sav. ‘Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır’ sözüyle emirlik ve hilafeti kastetmiş olsaydı, namaz, oruç, zekât ve hacla ilgili hükümleri açıkça belirttiği gibi bunu belirtir ve ‘Ey insalar, bu benden sonra sizin halifenizdir’ derdi. Şüphesiz Resulullah sav. Müslümanların en fasih ve en açık konuşanıdır.”
“Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Ali bendendir. Ben de onda¬nım. Borcumu ya ben veya yerime Ali öder
Bütün bu sözler Hz. Ali’nin halifeliğe tayin edildiğine kesinlikle delalet etmez. Her şeyden önce Hz. Ali’nin Nechul Belaga ve diğer kaynaklarda ki sözleri böyle bir iddianın doğru olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadır.
Fakat Sünnî âlimler "Ben kimin mevlâsı isem Ali'de onun mevlâsıdır" gibi sözleri Şiîlerden farklı bir şekilde yorumlamaktadırlar. İbn Kuteybe bu konuda şöyle diyor: "Hz. Peygamber her müslümanın velîsidir. Velayet Hz. Peygamber'le müminler arasında olduğu gibi, müminlerin kendi aralarında da olur. Hz. Peygamber'in Ali ile olan münâsebeti de böyledir. Ayrıca mü'minlerin bazıları bazılarının velîleridirler" (et-Tevbe, 9/717). Velî ve mevlâ kelimeleri arasında bir fark yoktur. Bu da Hz. Ali'ye bir üstünlük sağlamaz. Bu konu ile ilgili birçok ayet vardır (et-Tahrîm, 66/4 et-Tevbe, 9/71; el-Bakara, 2/247; Yunus, 10/62). Hz. Peygamber benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük sahabeler hakkında da söylemiştir. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh için "Bu ümmetin emînidir" buyurmuştur.
Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği görüşe göre, müslümanların Hz. Ali'yi sevmesi Hz. Peygamber'i sevmesi gibi farz; O'na düşman olmak da Hz. Peygamber'e düşman olmak gibi haramdır. Bu, ehl-i beytin görüşüne de uygundur (Abdulaziz Dehlevî, Muhtasaru't Tuhfeti'l-İsnâ Aşeriyye, 161).
Sahabe, yaptıkları her hususta hakka tabî olmaya çalışmışlardır. Çünkü onlar ümmetlerin en mümtazıdırlar. Allah (c.c), dini onlara ikmal etmiş, nimetini üzerlerine tamamlamıştır. Onlar, korkarak veya rağbet ederek değil, dini bir görev bildikleri için Ebubekir'e (r.a.) biat etmişlerdir. Eğer hissi davransalardı halifeliğe Ali (r.a.) veya Abbas'ı (r.a.) tercih edeceklerdi. Çünkü Haşim oğulları şeref bakımından Teym oğullarından üstündür. Hatta Ebubekir'in babası Ebu Kuhâfe'ye Mekke'de kalıyordu ve oldukça ihtiyar idi:
Oğlun hilafet makamına geçti, denilince Ebu Kuhafe:
Umeyye, Hâşim ve Manzum oğulları razı oldular mı? Sorusunu sordu. Evet denilmesi üzerine hayret ederek:
“Bu Allah (c.c.)'ın fazlıdır, onu dilediğine verir,” dedi. Çünkü Ebu Kuhâfe, Teym oğulları'nın kabilelerin en zâifi olduğunu, İslâm’ın da neseb yönünden değil takvadaki üstünlükten dolayı tercihte bulunduğunu gayet iyi biliyordu
DEĞERLENDİRME Gadir hum olayı sonuç olarak yorumlanırsa
Şiacıların iddialarını Kur'an'dan bir kısım ayetler noksanlığı, gizli kalmışlığı veya bazı ayetlerin batini tevilleri olduğunu söyleyip bu tevilleri biz anlarız, ehlibeyt mektebinden geçenler anlar söylemleriyle ispatlamaya çalıştıkları gibi, tarih kitaplarında geçen hadiseleri de farklı filmlerden alınan kesitlerin montaj edilerek elde edilen bir senaryoya çevirdiklerini görmek mümkündür. Gadir Hum olayı da bunun bir örneğidir. Olayların başını ve sonunu anlatmadan konunun ortasından aldıkları üç beş cümleyi gerekçe saymaları ve bunları başka hadiselere monte etmeleri bambaşka bir anlam çıkartmaya çalışmaları bunların ilim adına gerçek adına yaptıkları çalışmanın güvenirliğini ortaya koymaktadır. Bunlardan ilim ve gerçekler hususunda sığ, çelişkiler yumağı, kendi içinde birlikteliği sağlayamamış, altyapısız, bütünlükten uzak bir anlayış ürettiklerini görmek mümkündür. Hatta Mutezile ve Hariciler bu taifeden hem rivayet ilimlerinde ve hem de metinleri anlamada daha ileridir. Bundan dolayı Şia bazı noktalarında Mutezileden tesiri altında kalmıştır. Şianın mutedil kolu Zeydiyye mezhebi bu konuda ve daha birçok konuda imam iye şiası gibi düşünmez ve onları katılmadıklarını her fırsatta söylemekten geri durmazlar.
Gadır Hum Olayını Şiiler gibi anlamak, yani; Hz Peygamberimiz Veda Hutbesinde 100.000 müslümana açıklama yapmayıp daha Sonra gizli saklı ümmetinden bir şey kaçırıyormuş gibi çevresindeki bir kaç kişiye Hz. Alı ile ilgili hükümleri açıklaması. Hz. Resule iftira olmaz mı?... Bu anlatım tarzının Hz peygamberi anlatması mümkün müdür? .
Yok eğer bu sözleri veda haccında söyledi ise; “Benim mevlası olduğumun, Ali de mevlasıdır” hadisini yüz binin üzerinde müslüman duydu ve bunu Şiilerin anladığı tarzda anladı da, neden üzerinden fazla zaman geçmeden ölen Hz. Peygamber’in ardından insanlar bir “halife” arama telaşına kapıldılar? Allah’ın Resulü olayın böyle gelişeceğini bilmiyor muydu? Biliyor ise neden önceden apaçık söyleyip tedbirini almadı? Yoksa hiçbir şeyin farkında değilmiydi.? Ümmet bu kadar mı ihanet içindeydi? Yüce Allah’ın en sevgili kulu olan Hz peygamberin anlattıklarında hiç samimiyeti, hiç etkileme gücü yomuydu ki etrafındakiler en zor günlerde O’nu desteklerken ahrete göçünde O’na sırtını döndüler? Yok sa sümme haşa bunlar şuursuz, korkak sahtekarlar sürüsüymüş de peyfamberimiz mi farkına varamamış!? Eğer öyle idiyse, bu korkak insanlar nasıl oldu da o azgın müşrikleri dize getirdiler? Birkaç sene gibi kısa bir zaman içerisinde İran’ı, Suriye’yi fethettiler? Bu nasıl çelişkili bir anlayıştır? Bu görüş insanları peygamberden şüpheye götürmez mi?. İnananların sığınacağı sağlam limanları yıkmak anlamına gelmezmi? Bu ne biçim bir izan ne biçim bir inançtır. Evet, bu insanlar kesinlikle korkak değildi yukarda sayılan hiçbir yanlış düşüncenin esiri değillerdi. Aksine son derece cesur ve şuurluydular. Allah yolunda peygamberimizin çizdiği inanç üzerinde ölüm onlara vız gelirdi. Fakat ortada Hz. Ali’nin Allah tarafından halife tayin edildiğine dair herhangi bir nass yada peygamberimizden belirgin bir işaret olmamasından dolayı sessizdiler. Suskunluğun sebebi bundandı. Bunun dışındaki söylemler sadece laftan ibarettir.
Pekiyi olayın diğer kahramanına Hz Aliye halifelik hakkı ayetlerle verilmiş ise ve bu çok açık belirginse bunu da bugünkü Şiiler bildiğine göre Hz Ali de bilmesi gerekir herhalde!. Hz Ali Neden o karışık ortamda bu " ilahı " kaynaktan yararlanmadı? Kuran da hakikat olan bir hususu insan iradesine yani hakeme niye bıraktı? Hakem olayını neden kabul etti? Bu davranışı Kurana ters düşmez mi?, Allah'ın Ayetini arka plana İtmesi anlamına gelmez mi.?, İmameti İnkar Olmaz mı?..! Ali’nin Muaviye’yi haklı gördüğü anlamına gelemez mi? Zaten Hz. Ali nin Sıffından sonra Hakem Olayını kabul etmesi, Hz Alı ölüm döşeğinde iken " Hasan'a beyat edelım mı " Sorusuna " Sız bilirsiniz" demesı ve Hasan'ında Hilafeti Muaviye ye devretmesi bu konuda Ayet ve Nas olmadığının delili değilmi?. Şayet eğer böyle bir emir varsa o zaman haşa - Ehlı Beyt Kuranı çiğneyenlerden olmaz mı?. !
Hz. Alı'nın sağlığında söz konusu edilmeyen hadisler neden ölünce zorlama anlamlar çıkarılarak imamet anlamı çıkarılmaya çalışılmaktadır...Hz Alı Halife iken neden imamet fikri üzerinde durmadı.? Bu kadar önemli meselenin insanların kafasında soru olarak bırakmanın Ali ye yakışır bir yanı var mı? Şiiler inançlarına getirdikleri yorumun hakikatte ne anlama geldiğini görmüyorlar mı?
Şiilerin buradaki esas amacı; Hz. peygambere, Kurana olan güveni yok etmek, İslam için değer olan her şeye inancı yitirmek en azından güveni sarsmayı sağlamak mı? Yoksa kendi tezini doğrulamak adına söyleyecekleri fikirlerin ucu nereye dokunursa dokunsun, hangi inancı sarsarsa sarssın, kime iftira atılırsa atılsın, yeter ki iddialarını ispatlamak adına bir dayanağının bulunması mı? Eğer ikincisi ise, hasiyet ve şerefleriyle oynadıkları onca insanların haklarını nasıl ödeyecekler. Bir de meselenin öbür yanı var bu tür yalan ve uydurmalara takiyye kılıfını giydirerek taze bir meyveymiş gibi islamı kabul etmiş insanlara yedirerek hak yoldan cevirmeleri onları zehirlemeleri sapıklığa döndürmenin vebali de unutulmamalıdır. Söylenen her yalana mutlaka bir kılıf bulmak hakiki bir imanın belirtisinin olmadığı bilinmeli doğrularda buluşmanın yol ve yöntemi geliştirilmelidir. Kuran ın yanlış yorumları ve tevilleri ile değil hakikatinin hakemliği ile uzlaşmanın yol ve yöntemi geliştirilmeli meshepcilik dinin kendisi sayılmamalıdır.
2-Hz. Peygamber bir sefere giderken yerine Hz. Ali’yi bıraktığını görüyoruz. Ancak Hz Ali bundan memmun olmamış olmalı ki; Etrafdaki insanların Hz Ali kızdırması üzerine "Beni kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" deyince Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Benimle Hz. Musa ve Harun misali olmak istemez misin? Ancak şu var ki, benden sonra peygamber yoktur."( Tirmizi, Menakıb, 20; Süyuti, Celaleddin, Tarihu'l Hulefa, Daru'l- Kütübi'l- İlmiyye, Beyrut, 1988, s. 133)
Hz. Peygamberin cevabında Hz. Musanın Tura gidiş olayına işaret vardır. Hz. Musa, yerine kardeşi Harunu bırakarak Tura gitmiştir. Hz. Harun da kardeşi Musa gibi bir peygamberdir.
Bu rivayetten Hz. Ali’nin faziletine atıfta bulunmak son derece makuldür ve buna kimsenin bir itirazı da yoktur. Fakat bu rivayetten "ilk halife Hz. Ali olmalıydı" sonucuna varmak zoraki bir yorumdur. Zira Hz. Peygamber sefere giderken Hz. Ali’den başkalarını da yerine bırakmıştır. Abdullah b. Ümmi Mektum bunlardan biridir.
(Hamidullah, Muhammed, İslamın Hukuk İlmine Yardımları, İst. 1962, s. 142-143)
Hz Ali yi Harun a benzetmesi konusuna gelince Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem, Ebubekir'i (r.a.) İbrahim (a.s.) ve İsa'ya (a.s.), Ömer'i (r.a.) de Nuh (a.s.) ve Musa'ya (a.s.) benzetmiştir ki, bu benzetmeler Ali (ra) Musaya benzetmesinden daha ileri bir anlam taşır.
Bedir savaşı sonra esirlerle alakalı ileri gelen sahabeyle istişare eden peygamberimiz çadırına gitti. Bir müddet dinlendikten sonra tekrar onların yanına gelerek ve şöyle buyurdu:
“Allah, bazı kişilerin kalplerine son derecede yumuşaklık ve incelik vermiştir ki, onlar sütten daha yumuşak ve incedirler. Allah bazı kişilerin de kalplerine katılık vermiştir ki, onlar taştan daha kardırlar.
Ey Ebubekir (r.a.)! Senin hâlin, Hz. İbrahim'in haline benzer. O Allah (c.c.)'a:
“Kim bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki, sen, çok yargılayıcı ve esirgeyicisin.” (İbrahim: 36) demişti.
Ey Ebubekir (r.a.)! Senin halin Hz. İsa'nın haline de benzer. O, Allah (c.c.)'a:
“Eğer onları azaba uğratırsan onlar, senin kullarındır. Eğer onları yarlığarsan, şüphe yok ki kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan sensin!” (Maide: 118) demişti.
Ey Ömer, senin halinde Hz. Nuh'un haline benzer. O:
“Ey Rabbim yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma” (Nuh: 26) demişti.
Senin halin Hz. Musa'nın haline de benzer. O, Allaha:
“Sen onların mallarını mahvet. Rabbimiz! Yüreklerini şiddetle sık ki onlar, inletici azabı görünceye kadar iman etmiyeceklerdir!” (Yunus: 88) demişti” dedi..
(Ahmed b. Hanbel Müsned'i Hadis: 3632–3634, Müstedrek 3/2172, Tirmizi 3/37, 4/113, İbn-i kesir 4/94–95).
Şiacılar Sahabe-i Kiram hakkında nazil olan ve onların faziletleriyle ilgili olan nassları (hâşâ!) irtibatlarından önce söylenmiş olduğunu iddia ederler. Fakat şiilerin ashab hakkında söyledikleri şeylerin aynısını hâriciler de Ali (r.a.) hakkından söylüyorlar ki her ikisinin de iddiaları tamamen bâtıldır. Çünkü Allah (c.c.), kimen kâfir olarak öleceğini bilir ve kâfir olarak öleceğimi bildiği bir kimseden de hoşnut olup onu övmez.
3-Şianın delil olarak ileri sürdükleri rivayetlerden biri de : "Hz. Peygamber, vefatı öncesi hastalığı ilerlediğinde, "Bana kalem kağıt getirin, size benden sonra sapmamanız için vasiyet yazdırayım" der. Hz. Ömer, "Peygamberin rahatsızlığı şiddetlendi. Allahın Kitabı bize kâfidir" deyince ileri geri konuşmalar olur. Hz. Peygamber, "Kalkın yanımdan, der. Benim yanımda niza (çekişmek) yakışmaz."
Şianın iddiasına göre Hz. Peygamber, yerine Hz. Ali’nin geçmesini yazdırmak istemiş, Hz. Ömer ise buna engel olmuştur, sözü edilen rivayette asla buna bir delalet yoktur. Rivayeti o tarzda değerlendirmek sadece bir zorlamadır. Peygamberimiz o hastalığın hemen arkasından vefat etmemiştir. Eğer böyle bir vasiyet mutlaka yazılması gerekseydi daha sonra yazdırırdı.
Şia tarafından Al-i Beyt sevgisine bir delil olarak zikredilen
4-"De ki: Yaptığım tebliğe karşı ben sizden yakınlık sevgisi dışında bir ücret istemiyorum." Ayeti ile ilgili Şiilerin yorumu şöyledir; Ayet nazil olunca Hz. Peygambere "Ya Rasulallah, sevmemiz vacip olan yakınların kimlerdir?" diye sorulmuş, Hz. Peygamber, "Ali, Fatıma ve oğulları" cevabını vermiş.( Beydavî, Kadı, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 362 )
Bu ayeti mana olarak böyle kabul etmek mümkün olmakla beraber, ayet mekki bir ayettir o dönemde de zaten Hz Ali evli değildi coluk cocuğu da yoktu. Ayetin gerçek manasında buna bir delalet yoktur. Çünkü bu ayetle ilgili esası teşkil eden görüşler mevcutken iddia edileni tek sebep saymak mümkün değildir. Mesala;
İbn-i Abbasa bu ayetten sorulur. Daha cevap vermeden, orada bulunanlardan Said b. Cübeyr, "Al-i Muhammed" deyince, İbn-i Abbas "Acele ettin, der. Çünkü Kureyşin hiçbir ailesi yoktur ki Hz. Peygamberin onlara akrabalık bağı olmasın. Ayetin manası "hiç olmazsa yakınlık hakkını gözetin" demektir."( Kurtubi, XVI, 15-16; İbnu Kesir, VII, 187; Süyuti, Dürrü'l- Mensur, Daru'l - Mektebi'l- İlmiyye, Beyrut, 1990, V, 699)
İbnu Kesir, ayetin yorumunda şu manaya dikkat çeker: "Bana yardım etmiyorsanız, hiç olmazsa aramızda olan akrabalık sebebiyle eziyet etmeyin."
(İbnu Kesir, VII, 187)
Kendisinin şu yorumu da gerçekten zikre şayan bir incelik arzeder: "Ayetten muradın "Hz. Ali, Fatıma ve oğullarıdır" şeklindeki rivayet senet olarak zayıftır. Ayrıca, sure Mekki surelerdendir. Mekede ise Hz. Fatımanın çocukları yoktu. Hz. Ali ile evlilikleri hicretin ikinci yılında Bedir Savaşı sonrası olmuştur. Ancak bu rivayeti kabul etmemek, Al-i Muhammede sevgi beslememek anlamında değildir. Çünkü onlar temiz bir zürriyetten, fahr, hasep ve nesep noktasında yeryüzündeki en şerefli evden gelmişlerdir."( İbnu Kesir, VII ) (Burada da görüleceği gibi Şiilerin sürekli yaptıkları bir şey bir ayetden yorum cıkartırken surenin Mekke de mi, Medine de mi nazil olduğuna dikkat etmemek alanı boş bulup sonuç almak için istediği yorumu yapma geleneği, Sure mekkede nazil oluyor Ali henüz17 yaşında bir delikanlı hiç evlenmemiş ortada Hz Ali ile ilgili her hangi bir husus yokken bir ayet geliyor Ali ve cocuklarını seviniz diye! İşte size bir yorum!)
5- Şia Hz Âlinin İmametine Delil olarak, maide 55 ile 67 ayetleri delil gösterirler.
Caferiler Maide Suresi 55. ayeti Ehl-i Sünnetten farklı olarak şöyle meallendirirler: “Sizin veliniz, Allah, Onun Peygamberi ve namaz kılan ve rüku halinde zekât veren kimselerdir.”
Şia kaynaklarında yer aldığına göre, Mescid-i Nebeviye bir dilenci gelmiş ve talepte bulunmuştur. Kimse ona bir şey vermeyince, dilenci, “Allahım, şahit ol. Ben peygamber mescidinde talepte bulundum, kimse bana bir şey vermedi” demiş onun bu sözü üzerine ruku halinde bulunan Hz. Ali ra. Parmağını uzatmış ve yüzüğü dilenciye vermiştir Şianın güvenilir kitaplarından Cevahir’de bu yüzükle ilgili olarak şöyle bir rivayet vardır: “ Hz. Sadık’tan nakledilir ki, Hz. Ali’nin sadaka olarak verdiği yüzüğün halkasının ağırlığı dört miskal gümüş, kaşının ölçüsü ise beş miskal kırmızı yakuttu, kıymeti Şam ülkesinin bir yıllık haracına (vergisine) eşitti.”Cevahir s.137
Bunun üzerine Hz. Peygamber ellerini kaldırarak dua etmiş ve Musa’ya kardeşi Harun’un yardımcısı olarak verdiği gibi, kendisine de vezir olarak Ali’yi bahşetmesini istemiş, duası tamamlanır tamamlanmaz, Cebrail bu ayeti getirmiştir. Dolayısıyla bu ayet, Peygamberden sonra Ali’nin onun halifesi olduğunu ifade etmektedir.( Keşfül-Murad, s. 344)
Şia Mensupları, ayette geçen veli kelimesini, “idareci, imam” manası verirler.
Mutahhari, bu ayetin Hz. Ali’nin imametine delil olduğuyla ilgili şöyle der:
“Rüku halinde zekât vermek, bir esas olarak tamamen zikredilen genel bir mesele değildir. Belki bu konu belli bir olaya işaret eder… Kalbinde kin ve garez bulunmayan her insan burada bir şey olduğunu anlar. ‘Rüku halinde zekât verirler’. Bu genel bir davranış değildir. Tesadüfen beliren istisnai bir meseledir.” Yani Hz. Ali’yi ifade eder. Yine Ayetullah Mekarim Şirazi de bu ayetle ilgili olarak buna benzer yorum getirmektedir
Şimdi bu hususu bağımsız ön yargısız bir şekilde düşünüp yorumlayalım. Önce şekil acısından meseleye bakılırsa: Dilencinin namaz vaktinde namaz kılmanın dışında caminin içinde ne işi var? Namaz kılan kimselerin namaz esnasında kimseye bir şey verilmeyeceğini bilmiyormu? Bu dilenci. İnsanlar cami de ibadet halindeyken dışarıdan birisinin gelip ibadet edenlerden bir şey istemesi olacak bir şey midir? Hz. Ali’nin hayat hikâyesinde onun namaz kılarken başkalarını tanımayacak, fark edemeyecek kadar huşu içerisinde dikkatli olarak Allah’a ibadet ettiği, hatta abdest alırken dahi önünden geçenleri tanımayacak kadar kendini ibadete verdiği bilinmektedir. Bu konuda meşhur bir de anektot vardır. Ayağına ok saplanan Ali bu okun namaz kılarken ayağından cıkartılmasını söyler ve öyle de yapılır. O okun acısın namaz esnasında Ali duymaz. Karşınızdaki Ali öyle bir Ali ki, Namazda iken okun acısını duymayan Ali ye ne oluyorda camide ki dilencinin fevaranını duyuveriyor!? Hz Ali (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in devrinde hiçbir zaman zekât kendisine farz olmadığı, Hz. Ali’nin son derece fakir olduğu gerek Sünni, gerekse Şia kaynaklarında mevcuttur. Dolayısıyla Ali zekâtı neyle verecek. Zekat düşmeyen bir adamın verdiği şey zekat olabilir mi? Zekat olayı belirli bir zenginlikten sonra sadır olan bir ibadet değil mi?
Konuya İslami acıdan yaklaşınca;
Namaz içinde Ali'nin r.a bu hareketi yapması müstehab değildir. Dolayısıyla övünülecek bir şey de değildir. Eğer müstehab olsaydı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da namazda iken fakire yardım eder, başkasının yardımda bulunmasına teşvikte bulunurdu. Hz. Ali (r.a.)'de bu eylemini tekrar ederdi. Bu durum diğer Müslümanlara da miras kalırdı. Ayrıca, bu durum namaza meşguliyet sokmaktır ki.. Bu da inacımıza uygun değildir. Gümüşe zekât ancak bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. Bu da bir seneye kadar nisab miktarına sahib olanlara farz olur. Ali (r.a.) durumu ise buna uygun değildi. Kaldı ki âlimlerin çoğunluğuna göre yüzüğe de zekât olmaz. Şia fıkıh kitaplarında ve âlimlerinin fetvalarında da yüzüğe zekât düşmeyeceğini görüyoruz. Durum böyle olunca ne oluyorda olması muhtemel bile olmayan bir hususta Hz Ali’ masum bir imamet çıkartılıyor? Hem ayrıca, bu ayet kesinlikle Hz. Ali’nin hilafetine delil olamaz.
Hem Hz Ali gibi bir kişinin kalp huzuru ve büyük huşu içerisinde kendini ibadete vermiş bir vaziyette iken, kapıdan giren bir dilenciye, kimsenin ona yardım etmediğini görüp parmağından yüzüğünü çıkarıp, o fakire vermesi gibi bir davranışta bulunması, pek mantıklı bir şey değildir.
. Her şeyden önce ayette geçen (vehum raikun) ifadesi hal olarak alınmıştır ki bu gramer olarak hal değildir “Sizin veliniz ancak Allah ve Resulü ile namazlarını dosdoğru kılan, zekâtlarını veren ve Allah huzurunda rükûa varan müminlerdir.” . Bu mana ayetin geneli için de daha uygundur. Çünkü Ayet-i Kerimedeki “Namaz kılanlar” lafzının cemi' (çoğul) sığası olması bir kişiyi değil, “müminleri” ifade etmektedir ki âyetin yalnız Ali'ye (r.a.) delalet etmediğini gösteriyor. Yani rükû halinde zekât verende sadece Hz. Ali’dir denilemez. Ayet, rükû halinde zekât verenleri değil “Allah huzurunda rükua varan müminleri övmektedir. Nitekim Kuranda çeşitli ayetlerde müminler “Namazı dosdoğru kılan, zekâtı verenler” olarak övülmüştür.. Yukarıdaki ayette’de bu sıfatların zikredilmesinden maksat, müminleri münafıklardan ayırmaktır. Çükü münafıklar da iman ettiklerini söylüyorlar, ancak namaz kılmaya ve zekât vermeye devam etmiyorlardı. Yüce Allah münafıkların namazlarını vasıflandırırken, “Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar; hâlbuki onları kendi hileleri ile aldatan Allah’tır. Namaza kalktıklarında da tenbel tenbel ve insanlara gösteriş olsun diye kalkarlar” buyurmuştur.( Nisa / 142)
Diğer taraftan, ayette geçen “veli” kelimesine “idareci” manası vermek de ayetin umumi manasını daraltmaktır. Ayette geçen veli, idareci değil dost ve yardımcı manasındadır. Buna göre ayet, “sizin dostuz ancak..” olur. Ayetteki rüku kelimesinde maksat, boyun eğmedir. Buna göre mana “Onlar Allah’ın bütün emir ve yasaklarına boyun eğerek namazlarını kılar, zekâtlarını verirler” demektir. Bu konuda bazıları da şöyle demiştir: “Bu ayet indiği zaman Resulullah’ın Ashabı, ayette bahsedilen sıfatlar hususunda farklı farklı durumda idiler. Onlardan bir kısmı namazını bitirmişti, bir kısmı malını fakire vermişti. Bir kısmıda rüku halinde idi. Onlar bu sıfatlar konusunda farklı farklı olunca, Allah Teala da bu sıfatları zikretmiştir.
Ayetin nüzul sebebide Caferilerin iddia ettikleri gibi sadece Hz. Ali ile ilgili değildir. Bu ayette belirli bir kişinin kastedildiğini söyleyenler olduğu gibi, ayetin umumi olduğunu söyleyenlerde vardır. Ayette belirli kişilerin kastedildiğini söyleyenlerden bazıları ayetin Hz.Ebu Bekir hakkında indiğini söylerken, bazıları da Hz. Ali hakkında indiğini söylerler. Umumi manada olduğunu söyleyenler ise şu hadisleri nüzul sebebi olarak zikrederler.
Ubade bin Samit ra. Yahudilerden ayrılıp “Beni Kurayza ve Nadir’in müttefiki olamktan çıkıyor, Allah ve Resulüne dönerek, Allah ve Resulünü veli ediniyorum” deyince bu ayet onun sözüne uygun olarak indirilmiştir.
Yahudi iken Müslüman olan Abdullah bin Selam, “Ya Resulullah, kavmimiz bizi terk etti ve bizimle oturup kalkmamaya yemin ettikler. Biz ise uzak oldukları için senin Ashabınla oturp kalkamıyoruz” deyince bu ayet indi. Bunu üzerine Abdullah bin Selam, “Biz Allah’ı, Resulullahı ve müminleri dost edinmeye razı olduk ve bundan hoşnutluk duydu”dedi.
Ayet öncesi ve sonrası düşünüldüğünde, nuzül sebebinin umumi olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ayetin önceleri ve sonraları Yahudi ve Hristiyanları dost edinmekle ilgilidir. 51. ayetten itibaren ayetlerin meali şöyledir:
Ey müminler yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.
Kalpleri hasta olanların "Başımıza bela gelir diye korkuyoruz " diyerek onlara koştuklarını görürsün. Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi tarafından süpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman olurlar.
O zaman müminler onlara "Bütün güçleri ile sizin yanınızda olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?" derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır.
Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Al!ah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.
Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren rükua varan müminlerdir.
Kim Allah'ı, Peygamberi ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur.
Ey müminler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi alaya alanları, eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz. Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan korkunuz.
Görüldüğü gibi, 55. ayetten önce ve sonraki ayetlerin bir çok yerinde “dost” diye tercüme ettiğimiz “veli” kelimesi geçmektedir. Bütün bu veli kelimleerine “idareci, imam” manası verildiğinde ayetler arasında akışın bozulacağı kesindir. O ayeti diğerlerinden ayırmakta yine akışı bozar, ayrıca böyle bir ayırım yapmaya da gerek yoktur.
Bu izahlardan sonra mühim bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Yukarıda ayetle ilgili görüşlerine yer verdiğimiz Şia âlimlerinden olan Matahhari, Vela ve Velayet üzerine isimli eserinde “Fahr-i Razi de Tefsir-i Kebir’de bu ayetin Hz. Ali’nin hakkında İndiğini, Âlimler de rükû halinde zekât verme hadisesinin Ali’den başka diğer hiçbir kimseden vaki olmadığını ittifak etmişlerdir’ demektedir ki; adı geçen tefsiri incelediğinizde kesinlikle böyle bir ifadenin olmadığını görürsünüz. Şiacılar her zaman yaptığını burada da yapmıştır. Söz konusu tefsirde bu iddia reddedilmektedir. Şöyle ki;
“şianın, bu ayetin Hz. Ali hakkında nazil olduğuna dair getirdikleri delillerde kabul edilemez. Çünkü biz müfessirlerin çoğunluğunun bu ayetin bütün ümmet hakkında olduğunu belirtiklerini açıklamıştık. Buna göre bu ayetten maksat “Allah Tealanın Müslümanlara, Müslümanlaran başka kimseyi dost ve yardımcı edinmemelerini emretmesidir.”( Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir Mefatihü’l-Gayb, 9:125)
Fahreddin Razi nin şianın iddialarıyla ilgili söyledikleri;
“Veli” lafzını, aynı anda hem “yardımda” hem de “tasarrufta” bulunan kimse manasına almak caiz değildir. Çünkü fıkıh usulünde müşterek bir lafzı aynı anda iki manada birden kullanmanın caiz olmayacağı kaidesi vardır. İkinci makamın cevabına gelince, biz deriz ki, bu ayette geçen “veli” lafzından “yardımcı” ve “seven” manasının murad edilmesi neden caiz olmasın? Oysa biz “veli” lafzının bu manaya alınmasının “tasarrufeden” manasına alınmasından daha uygun olduğuna dair deliller getirip, daha sonra da Şianın söylediklerine cevap vererek şöyle diyoruz: “Veli” lafzına “yardımcı” manası verilmesinin daha uygun ve yerinde olduğuna şu hususlarda delalet etmektedir:
1. Ayetin hem öncesine, hem de sonrasına ancak bu mana uygun düşmektedir.. bu mananın ayetin öncesine uygun düşmesi şu şekildedir: Cenab-ı hak, “Ey iman edenler, Yahudileri de, Hristiyanları da dost edinmeyin” buyurmuştur. Bu ayet ile Allah, “Yahudi ve Hristiyanları, gerek canlarınız, gerekse mallarınız hususunda tasarrufta bulunan imamlar edinmeyin..” manasını kastedilmemiştir. Çünkü böyle bir mananın batıl oluşu, nerede ise zaruri olarak bilinen bir husustur. Aksine bu ayetle “Yahudi ve Hristiyanları birere dost ve yardımcı edinmeyin, onlarla içli dışlı olmayın ve onlarla birbirinize destek ve yardım sağlamayın” manasına murad etmiştir. Sonra Allah bunu iyice yazaklamak üzere “sizin dostunuz Ancak Allah’tır, Onun Peygamberidir, şöyle şöyle vasfedilen, müminlerdir” buyurmuştur. Görünen o ki, bu ayette emredilen “velayet”, önceki ayette yasaklanan “velayet”in aynısıdır. Önceki ayette yasaklanan velayet yardım manasındaki velayet olunca, bu ayette emredilende yine yardım manasındaki velayet olur.
Bu mananın ayetin sonrasına uygun düşmesi ise şöyledir:
Hak Teala, “Ey iman edenler, sizden evle kendilerine kitap verilenlerle, kafirlerden dininizi bir eğlence ve bir oyun tutanları, veliler, dostlar edinmeyin. Eğer inanmış kimselerseniz Allah’tan korkun (Maide 57.) buyurmuş ve böylece Yahudi, Hristiyan ve Kafirleri dost edinme yasağını tekrar etmiştir. Hiç şüphesiz burada yasaklanan “velayet” de (dostluk) “yardım etme” manasındadır. Şu halde ayetteki “sizin dostunuz ancak Allah’tır” ifadesindeki dostluğun da (velayetin) yardım manasına olması gerekir. Taassubu bırakıpayetin önünü, sonunu hesaba katılıp, insafla düşünen herkes, bu ayetteki “velayet”in (dostluğun), sadece yardımcı olan ve seven manasında bir dostluk olduğunu, “imamet” manasına gelmesinin mümkün olmadığını açıkça anlar. Çünkü bu, aynı maksat için böyle söylenmiş iki söz arasında farklı bir sözü sokma olur. Böyle olması ise son derece tutuk ve düşük bir ifade olur. Halbuki Allah’ın kelamını böylesi şeyden tenzih etmek vaciptir.
2. Şayet biz velayeti tasarruf ve imamet mansına alırsak, ayette bahsedilen müminlerin, bu ayet nazil olurken Allah’ın dostları (velileri) olarak vasıflandırılmamış olmaları gerekir. Çünkü Hz. Ali (k.v), Hz. Peygamber (sav.) hayatta iken tasarrufu (imameti) geçerli değildi. Halbuki ayet, müminlerin o anda da Allah’ın dostları (velileri) olduklarını göstermektedir. Ama biz bu velayet, o anda da mevcut olmuş olur. Böylece velayeti sevgi ve yardım manasına almanın tasarruf (imamet) manasına almaktan daha münasip olduğu kesinleşir.
Allahü Teala, müminlerin Yahudi ve Hristiyanları dost (veli) edinmelerini yasaklamış, müminlere yine müminleri dost edinmelerini emretmiştir. Dost edinmeyi emir ile dost edinmeyi yasaklama cümlelerinin, aynı şey hakkında olabilmeleri için, mutlaka müminleri dost edinmenin o anda mevcut olması gerekir. Tasarruf (imamet) manasında olana velayet, o anda imkansız olduğuna göre, ayete imamet manasını vermek imkansızdır.
3. Allah Teâlâ, ayette bahsedilen müminleri, ayet içersinde (arapçasında) yedi yerde çoğul olarak zikretmiştir. Çoğul lafızları her ne kadar tek kişi için de yüceltme manasında kullanılabilirse de böyle bir kullanış hakikat değil, mecaz olur. Oysa aslolan söze hakiki manasını vermektir.
4. Birçok açık ve net delillerle bir önceki ayet olan “Ey iman edenler, içinizden kim dinden dönerse…(Maide 54) ayetinin Hzç. Ebu Bekir ra. imametinin sahih olduğunu gösteren en güçlü delillerden biri olduğu kesindir. (Fahreddin Razi, “Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” ayetini, mürtedlerle savaştığı için Hz. Ebu Bekir’in hilafetine ve Allah’ın sevdiği bir kul olduğuna delil getirir. Halifeliği Döneminde Hz. Ebu Bekir’in yaptığı savaşların Hz. Ali’nin savaşlarından tesirli olduğun söyler. (Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir Mefatihü’l-Gayb, 9:111-116) Böyle olunca, bu ayet de Hz. Peygamberden sonra ilk olarak Hz. Ali’nin imametinin sahih olduğunu delalaet ederse, iki ayet arasında bir zıtlık olurki, bu yanlıştır. Dolayısıyla bu ayette Hz. Peygamberden (sav.) sonra ilk halifenin Hz. Ali olmayacağına kesinkes hükmetmek gerekir.
5. Hz. Ali (k.v.) Kuran’ın tefsirini Şiadan daha iyi biliyordu. Eğer bu ayet, kendisinin Peygamberimizden sonra ilk halife olacağına delalet etseydi , o bunu her toplulukta delil olarak getirirdi. Oysa o imametin ispat için bu ayete kesinlikle tutunmamıştır. Bu da Şianın delil diye ortaya koyduğu iddiaların anlamsızlığının kesin ispatıdır.
6. Farzedelim ki bu ayet, Hz. Ali’nin hilafetine delalet ediyor. Fakat biz bu ayet indiği esnada, Hz. Ali için böyle bir imametin olmadığı hususunda ittifak ediyoruz. Çünkü Hz. Peygamber (sav.) hayatta iken, Hz. Ali (k.v.) ümmet üzerinde tasarrufta bulunması geçerli olmazdı. Binaenaleyh geriye, ayetin Hz. Ali’nin daha sonra devlet başkanı olacağına delalet etmesi ihtimali kalır. Şia ne zaman bunu savunup ileri sürerse, biz de bunu kabul eder ve bunu, Hz. Ali’nin halifeliğinin Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halifeliğinden sonra olacağı manası alırız. Çünkü ayette, Hz. Ali’nin halifeliğinin zamanını gösteren bir ifade yoktur.
7. Allah Teâlâ bir önceki ayette, “kendisinin seveceği ve kendisni seven, müminlere karşı mütevazı, kâfirlere karşı izzetli ve çetin bir kavim (maide 54) diye, müminleri övmüştür. Böyle olunca, eğer biz, “Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allahtır…” ayetindeki dostluğu (velayeti), sevgi ve yardım manasında alırsak, bu ayet, geçen ayetin manasını ifade etmiş olur ve geçen ayetteki “Allah yolunda savaşırlar” buyruğu da, bu ayetteki “namazı dosdoğru kılan, zekaı veren” kısmının ifa ettiği işlevi yerine getirir. Dolayısıyla bu ayet, bir önceki ayetin manasını kuvvetlendiren ve ona uygun olan bir ayet olur. Böylece bütün bu izahlarla, maide suresi 55. ayetinde bahsedilen velayetin, tasarruf (imamet) manasına değil, yardım manasına olması gerektiği sabitleşmiş olur.
Fahreddin Razi, ayetin tefsirini bu kadarla bırakmıyor. Şianın “Bu ayette zikredilen velayet, “innema” kelimesinin kullanılmış olmasının delaletiyle, bütün mümi,nleri içine alan umumi bir lafız değildir. Çünkü “innema” kelimesi hasr (hususileştirmek) için kullanılır. Oysa “yardım etmek” manasına gelen velayet kelimesi umumidir. Bu da bu ayette zikredilen velayetin yardım etmek manasında olmadığına kesin olarak hükmetmeyi gerektirir” şeklindeki iddialarına da cevap verir. Bununla ilgili olarak mealen şöyle der:
Şianın “ayette zikredilen velayet umumi değildir. Yardım manasındaki velayet umumidir” şeklindeki izahlara gelince. Buna da iki şekilde cevap verilir:
a. Biz, ayette geçen velayetin umumi olmadığını ve buradaki innema edatının hasr için olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili “innema meselü’l-hayati’d-dünya.. (Dünya hayatın hali gökten indirdiğimiz su gibidir…)” ayetidir. Şüphesiz dünya hayatıyla ilgili bundan başka daha pek çok mesele bulunmaktadır. Yani burada innema hasr ifade etmemektedir. Hasr ifade etseydi, dünya hayatı ile ilgili başka mesele olmaması gerekirdi. Yine, “,nneme’l-hayatü’d-dünya…(dünya hayatı ancak bir oyundur, eğlencedir)” buyurulmuştur. Oysa oyun ve eğlence dünyanın dışındaki başka şeylerde de bulunur. Yani innema edatı, oyun ve eğlenceyi sadece dünyaya mahsus kılmamaktadır.
b. İkinci olarak, yardım manasına gelen velayetin bütün müminler hakkında umumi olduğunu kabul etmiyoruz. Allah Teala müminleri iki kısma ayırmıştır:
1. Kendisine velayet edilenler ki, işte bunlar Cenab-ı Hakkın “Sizin dostunuz ancak Allah’tır” sözüne muhatap olanlardır.
2. Veliler ki (dost edinilmesi istenenler) bunlar da Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren müminlerdir. Ayette geçen velayeti yardım manasında alırsak, mana, “Allah bu iki kısımdan birini diğerine yardım kıldı” şeklinde olur. Hâlbuki ayetin emrine muhatap olanların yardımı bütün müminler için söz konusu değildir. Eğer öyle olsaydı, o zaman yardım gören tarafın kendi kendilerine yarım etmiş olmaları gerekirdi. Böylece, ümmetin iki kısımdan birinin yardımının, bütün ümmet için söz konusu olmayıp, aksine bunun diğer kısmına has olduğu kesinleşmiş olur. Böyle olunca da bu ayetteki velayetin hususi olmasından, onun yardım manasına gelmesi gerekmez. Bu, hakkında mutlaka düşünülmesi gereken güzel ve ince bir cevaptır.
Fahreddin Razi, ayetle ilgili olarak, Hz. Ali için uygun olanın namazda iken bütün kalbiyle Allah’ı zikre gark olması olup, başkasının sözünü dinlemeye, namazda iken parmağını uzatıp talepte bulunan kimsenin parmağından yüzüğünü çıkarmasına müsaade etmemesi olduğu, kalbi tefekküre dalan birinin de başkasının sözünü dinlemeye vakit bulamayacağını ifade eder.
Ayrıca Hz. Ali’nin o dönemlerde zekât düşmeyecek kadar fakir olduğunun bilindiğini, dolayısıyla onun Allah tarafından “zekâtı veren” ifadesiyle övülmesinin mümkün olmadığın söyler. ( Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir Mefatihü’l-Gayb, 9:118-126)
Şiacıların biş başka iddiaları da, Bakara: 2/124. “Allah: Ben, Seni insanlara imam yapacağım (dinde önder), buyurdu. Hz. İbrahim: Benim zürriyetiımden de imam yap, diye yalvardı.” ayetini Ali (ra) imametine delil saymaktalar.
İbnü'l-Meğazilî, Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Davet Bende ve Ali'de sona erdi. Her ikimiz de putlara secde etmedik. Allah (c.c.) beni Peygamber, Onu da vâsî kıldı.”
İşte bu da aynı mevzuda nasstır.”
Hadis diye naklettikleri bu haber, hadîs hafızlarının ittifakı ile yalandır. Eğer bu haberle davetin Ali (r.a.) ile sona erdiği kastediliyorsa, Ondan sonra gelenlerin imam olmadıkları anlaşılmış olur.
Diğer imamlar, hatta fâsıklar da putlara secde etmemişler. Bununla birlikte putlara secde edip sonra iman eden bütün ashab-ı kiram ittifakla çocuklarından üstündürler.
Lut (a.s.) Peygamber olmasına rağmen İbrahim'e (a.s.) olan imanı Onun davetine iştirakliği gerektirmemiştir.
Ali (r.a.) ve diğer imamlar Peygamberlerden çok daha aşağı olmalarına rağmen nasıl onların peygamberlik davetlerine ortak olabilir?
Burada şunun söylenmesi gerekmez mi? Cenabı Allah Hz. Muhammed’i peygamber olarak göndermek istemiş ve göndermiştir. Şartların o kadar zorluğuna rağmen onca putperest, Yahudi, falcılar, ateşperestler ona düşmanlık etmişler ama istedikleri zararı verememişlerdir. Hicretten önceki gün putperesler kapısına dayanmış ancak Allah O’nu kâfirlere göstermeden uzaklaştırmıştır. Çünkü Allah onu korumuştur. Burada Allah ın bir muradı mevcuttur onun muradının önünde hiç kimse set çekemez. Allahın muradı kim aşıpda imamların şehit olmasını sağlayabilir? Böyle bir şey olabilir mi? Hem imamlar için halifelik zaruri ise neden bunun için mücadele etmediler? Bu mücadelenin içine Hz Hüseyin ve Hz Zeyd dışında kimse olmamıştır. Onlara yine kendi taraftarları Şiaları ihanet etmiştir. Dolayısıyla eğer Allah Hz Ali nin ve soyunun halife olmasını da murat etmiş olsaydı, bunu namaz ve oructan bahsettiği gibi acık olarak kuranda zikrederdi. İmamların tamamı da bu ayetleri dile getirir. Bu emir için savaşırdı. Sürecin böyle işlemesini kim engelleyebilirdi?. Hiçbir şeyi eğip bükmeden meseleye dostdoğru bakıldığı takdirde her şey düzgün görünecektir. Hala atadan gelen inanış cercevesinde sabit kalıp işe “ama “ diye yoruma kapı acılırsa her görüş her inanış, her düşünce kendini varlığını sürdürmek için felsefeler üretebilir. Mesele; üretilen doğrularmı, Allah ın doğruları mı?
Şii mimarları bu konuda da üretim yaparak yine şiilerin bir kısmının katılmadığı şu yorumu getirerek kendilerince buraya da bir çözüm getirmişler Allah bir şeyin sonucunu görmeden onun ne olacağını önce kestiremez demektedirler. Yani Allah bir şeyi yarattıkları gibi önce görecek tecrübe sahibi olacak demek istemektedirler. İşte Allah ile ilgili anlayışlardan birisi.
ŞİİLİKTEN NEDEN KAÇTIM? diyen adamın cığlığı
Önçe şii olan bir mazlumun Şiilikten neden kaçtığının ifadesi bizi aydınlatacaktır. Hikayeyi nakleden Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş
Alıntı aynen nakledilmiştir.
“Bağdad'da önce şii iken sünni olan bir gencin anlattıklarına ve benim de bizzat Bağdad ve Necef teki müşahedelerime göre şia arasında dini inanç ve tatbikat şöyledir:
1- Dua: Şiaya mensup her fert oturur, kalkar "Ya Ali" ve "Ya eba'l- Hasan al-avnu mink: Ey Hasan'ın babası, yardım sendendir", "Ya eba'li ğays ğisni Ye ya Ali edrikni: Ey yardımcı hana yardım et, ey Ali bana yetiş", "ya hadıra'ş-şeddih ya Eba'I-Hasan Ali: Ey dar zamanlarda yetişen, ey Hasan'ın babası Ali" gibi hitaplarla Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali gibi öteki imamlardan da yardım isterler ve her birine ayrı özellikler verirler. Örneğin: Hz. Hasan'ı ziyaret etmenin vacib ve Beytullah'ı haccetmeğe bedel olduğunu söyler, onun adiyle yapılan duanın kabul edileceğine inanırlar. Ahbas ibn Ali (r.a.) nin delileri ve bunakları iyi ettiğine inanırlar, şifa bulmak için çeşitli yerlerden kabrini ziyarete gelirler', adaklar adarlar. Adağını yerine getirmeyenin başına bela geleceğine, fakir düşeceğine inanırlar. Ziyaret esnasında şöyle yalvarırlar: Ya Eba ra'sal-harr, ya Ebiı'l-Fadl al-Abbas, ya Kamera beni Haşim: Ey sıcak haşın babası, ey Fadl'ın babası Ahbas, ey Haşim oğullarının ayı". İki hasım, gerçeği ispat için Hz. Abbas'ın huzurunda yemin eder. Türbenin önüne oturur, Hak adına Ye onun adına and içerler. Huzurunda yalan yere yemin edenin deli ve bunaklık gibi bir kötülüğe yakalanacağına inanırlar.
İmam Musa Kazım'ı, "İhtiyaçların görüldüğü kapı" diye nitelerler. Onu ziyaret edenin dileği olur, derler. Türbesi, dileklerinin olması için her taraftan gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Bu tür inançları orada bulunan görevliler de kuvvetlendirmeğe çalışırlar. Halkın dikkatini çekmek için türbelere özel sıfatlar verirler, onları ziyarete teşvik edici sözler söylerler. Tabii ne kadar ziyaretçi gelse hizmetlinin o kadar yararı vardır. Dileği yerine gelen kimse türbedara ya bir koç, ya da para verir. Adağını ona bırakır .. Orada bulunan hizmetliler, ziyaretçilerden bir şeyler koparabilmek için riyakar, yalaka bir yüzle ziyaretçilerin etrafında dört dönerler. Hatta bazen teberrük için ziyareti makbul olsun
diye ziyaretçiyi türbenin demir parmaklığına bağlarlar. Türbeleri ziyaret etmenin de kendine özgü adabı vardır: Ziyaretçi, de kapıdan eğilerek ve essela mü aleyke ya seyyidi ve ya mcvlaye ya hadıra'ş-şedaid ya Eha'I-IIasan Ali" diyerek girer. Kabre
yaran iç kapıya gelince kapıyı öper, eşiğin sol tarafına geçip eşiği öper, dua eder, dilek diler, kendisini Allah'a yaklaştırmasını, kıyamet gününde kendisine şefaatçi olmasını imamdan ister. Kabe etrafında döner gibi türbenin etrafında döner. Türbenin parmaklıklarına ellerini sürer, öper. Tiirhede namaz kılar. Fakat namazda kabri, arkasına veya yanına değil, önüne alarak kılar. İmamın kendisine imamlık yaptığına inanır. türbenin önünde namaz kılmak caiz değildir. Tabii namaz kılarken citeki
Ziyaretçiler önünden gelip geçerler. Bir sıkıntı zamanında Hz. Ali'den istimdad ederler. Hz. Ali, sıkıntı ve LeUıları açan, belaları savan, dar zamanlarda yetişendir. Hasta şifa
hulmak için, hamile kadın kolay doğrıırmak için Hz. Ali'den yardım ister.
2) Namaz: Şiaya göre secde yalnız temiz toprak üzerine yapılır . En temiz toprak, Kerbela toprağıdır. Onun için secde yerine kerbela çamurundan yapılmış, türbe dedikleri ufak bir şey koyar, onun üzerine secde ederler. Bu türbenin, Hz. Hüseyin 'in kanıyla sulanmış toprak olduğuna inanırlar. Bu aynı zamanda Ca'feriliğin bir sembolüdür. Bunu ceplerinde taşırlar. Şayet Iıu yoksa bir yaprak veya toprak üzerine secde ederler. Bu toprak onlarca mukaddestir, ayakla çiğnenmez. Hatta
bu toprağın hastalıklara şifa olduğuna, acıları dindirdiğine inanırlar. Cemaatle namaz kılarken akıl almaz bir bid'atleri daha vardır: Önde, imamın karşısında büluğa ermemiş hir çocuk oturur, "Allahü ekher" dcr, cemaat namaza başlar. Çocuk "Allahü ekber" der, cemaat rükü ve secdeyc gider. Cemaat, Lu çocuğun verdiği komutlarla namazı
kılar. Yalnız Necef'tc dikkat ettim, cemaat namaz kılarken bu çocuk elleriyle oynuyor, bir şeyler yapıyordu. Ayrıca yazın şiddetli sıcaklarda imamın önünde bir adam durur, yelpaze ile imamı serinletmeğe çalışır. İmamiyye ye göre de namaz beş vakitti •.. Fakat bazı hadislere dayanarak öğle ile ikindiyi; akşamla yatsıyı birlikte kılarlar. "Beş vakit kılmak eftaldir. Fakat iş güç sahiplerine kolaylık olsun diye beş namazı üç vakitte kılmayı tercih ediyoruz" diyorlar.
3) Zekat: Zekat nasıl toplatılır ve dağıtılır? Şiilere göre zekatı bizzat mal sahipleri fakirlere verilmesi caiz değildir. Mal sahibi, zekatını alimlerden birine verecek, o da bunu fakirlere dağıtacaktır. Çünkü alim, fakirleri daha iyi bilir. Irak, Kuveyt, İran, Pakistan, Arap Körfezi emirlikleri ve diğer İslam ülkelerindeki Şiilerden toplanan zekatlar, dağıtılmak üzere Necef'teki şii âlimlerine getirilir. Gelen zekat miktarı, adaletle dağıtılsa, bütün yoksulların önemli ihtiyaçlarını karşılayacak derecede çoktur. Acaba bu paralar fakirlere kayikiyle dağıtılır mı? Hayır. Biraz zekat alıp ihtiyaçlarını karşılamak için gelen fakirler, bu alimler tarafından asık suratla karşılanır ve eli boş döndürülür. Bu paraların çoğu, muhterem şeyhlerin kendi ailelerine ve yakınlarına sarf edilir. Bu alimlerden hangisi. nin evine gitseniz büyük konfor içinde yaşadıklarını görürsünüz. Her evin bir yüzme havuzu vardır. Yazın, kadın erkek, çoluk çocuk burada
yüzerle özel otomobili ,"ardır. Zira muhteremleri yaya camie gidemez, yaya yürümek,
hazretin şerefine yakışmaz. Peki bu köşkleri, arabaları, bu lüks hayatı nereden buldular? Kendi alın teriyle mi kazanıp satın aldılar bunları? Kendilerinin din ticaretinden başka bir sanatları var mı? Hayır. Onlar, gelen zekatleri bu lüks hayatı sürdürürken, zekatın asıl müstahikleri fakirlikten inlemektedirler. İmamlardan sonra Müslümanların halifesi olduklarını iddia eden bu adamlar, neden beytülmalin lambasını, kendi özel işlerinde yakmayan, Müslümanların bir iğnesi dahi kendi zimmetine geçmesin diye titreyen Hz. All gibi hareket etmezler? Zekatı zimmetine geçiren, nasıl imamın halifesi olduğunu iddia edebilir?
Not: Bu sözler, bizzat Bağdat'lı, önce Şii iken sonra sünnı olan gencin
sözleridir? Özetle tercüme edilmiştir.r. Yemeleri, içmeleri gayet lükstür. Her birinin en güzel markadan(Süleyman Ateş İmamiye şiasının tefsir anlayışı 171
Alıntı aynen nakledilmiştir.
“Bağdad'da önce şii iken sünni olan bir gencin anlattıklarına ve benim de bizzat Bağdad ve Necef teki müşahedelerime göre şia arasında dini inanç ve tatbikat şöyledir:
1- Dua: Şiaya mensup her fert oturur, kalkar "Ya Ali" ve "Ya eba'l- Hasan al-avnu mink: Ey Hasan'ın babası, yardım sendendir", "Ya eba'li ğays ğisni Ye ya Ali edrikni: Ey yardımcı hana yardım et, ey Ali bana yetiş", "ya hadıra'ş-şeddih ya Eba'I-Hasan Ali: Ey dar zamanlarda yetişen, ey Hasan'ın babası Ali" gibi hitaplarla Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali gibi öteki imamlardan da yardım isterler ve her birine ayrı özellikler verirler. Örneğin: Hz. Hasan'ı ziyaret etmenin vacib ve Beytullah'ı haccetmeğe bedel olduğunu söyler, onun adiyle yapılan duanın kabul edileceğine inanırlar. Ahbas ibn Ali (r.a.) nin delileri ve bunakları iyi ettiğine inanırlar, şifa bulmak için çeşitli yerlerden kabrini ziyarete gelirler', adaklar adarlar. Adağını yerine getirmeyenin başına bela geleceğine, fakir düşeceğine inanırlar. Ziyaret esnasında şöyle yalvarırlar: Ya Eba ra'sal-harr, ya Ebiı'l-Fadl al-Abbas, ya Kamera beni Haşim: Ey sıcak haşın babası, ey Fadl'ın babası Ahbas, ey Haşim oğullarının ayı". İki hasım, gerçeği ispat için Hz. Abbas'ın huzurunda yemin eder. Türbenin önüne oturur, Hak adına Ye onun adına and içerler. Huzurunda yalan yere yemin edenin deli ve bunaklık gibi bir kötülüğe yakalanacağına inanırlar.
İmam Musa Kazım'ı, "İhtiyaçların görüldüğü kapı" diye nitelerler. Onu ziyaret edenin dileği olur, derler. Türbesi, dileklerinin olması için her taraftan gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Bu tür inançları orada bulunan görevliler de kuvvetlendirmeğe çalışırlar. Halkın dikkatini çekmek için türbelere özel sıfatlar verirler, onları ziyarete teşvik edici sözler söylerler. Tabii ne kadar ziyaretçi gelse hizmetlinin o kadar yararı vardır. Dileği yerine gelen kimse türbedara ya bir koç, ya da para verir. Adağını ona bırakır .. Orada bulunan hizmetliler, ziyaretçilerden bir şeyler koparabilmek için riyakar, yalaka bir yüzle ziyaretçilerin etrafında dört dönerler. Hatta bazen teberrük için ziyareti makbul olsun
diye ziyaretçiyi türbenin demir parmaklığına bağlarlar. Türbeleri ziyaret etmenin de kendine özgü adabı vardır: Ziyaretçi, de kapıdan eğilerek ve essela mü aleyke ya seyyidi ve ya mcvlaye ya hadıra'ş-şedaid ya Eha'I-IIasan Ali" diyerek girer. Kabre
yaran iç kapıya gelince kapıyı öper, eşiğin sol tarafına geçip eşiği öper, dua eder, dilek diler, kendisini Allah'a yaklaştırmasını, kıyamet gününde kendisine şefaatçi olmasını imamdan ister. Kabe etrafında döner gibi türbenin etrafında döner. Türbenin parmaklıklarına ellerini sürer, öper. Tiirhede namaz kılar. Fakat namazda kabri, arkasına veya yanına değil, önüne alarak kılar. İmamın kendisine imamlık yaptığına inanır. türbenin önünde namaz kılmak caiz değildir. Tabii namaz kılarken citeki
Ziyaretçiler önünden gelip geçerler. Bir sıkıntı zamanında Hz. Ali'den istimdad ederler. Hz. Ali, sıkıntı ve LeUıları açan, belaları savan, dar zamanlarda yetişendir. Hasta şifa
hulmak için, hamile kadın kolay doğrıırmak için Hz. Ali'den yardım ister.
2) Namaz: Şiaya göre secde yalnız temiz toprak üzerine yapılır . En temiz toprak, Kerbela toprağıdır. Onun için secde yerine kerbela çamurundan yapılmış, türbe dedikleri ufak bir şey koyar, onun üzerine secde ederler. Bu türbenin, Hz. Hüseyin 'in kanıyla sulanmış toprak olduğuna inanırlar. Bu aynı zamanda Ca'feriliğin bir sembolüdür. Bunu ceplerinde taşırlar. Şayet Iıu yoksa bir yaprak veya toprak üzerine secde ederler. Bu toprak onlarca mukaddestir, ayakla çiğnenmez. Hatta
bu toprağın hastalıklara şifa olduğuna, acıları dindirdiğine inanırlar. Cemaatle namaz kılarken akıl almaz bir bid'atleri daha vardır: Önde, imamın karşısında büluğa ermemiş hir çocuk oturur, "Allahü ekher" dcr, cemaat namaza başlar. Çocuk "Allahü ekber" der, cemaat rükü ve secdeyc gider. Cemaat, Lu çocuğun verdiği komutlarla namazı
kılar. Yalnız Necef'tc dikkat ettim, cemaat namaz kılarken bu çocuk elleriyle oynuyor, bir şeyler yapıyordu. Ayrıca yazın şiddetli sıcaklarda imamın önünde bir adam durur, yelpaze ile imamı serinletmeğe çalışır. İmamiyye ye göre de namaz beş vakitti •.. Fakat bazı hadislere dayanarak öğle ile ikindiyi; akşamla yatsıyı birlikte kılarlar. "Beş vakit kılmak eftaldir. Fakat iş güç sahiplerine kolaylık olsun diye beş namazı üç vakitte kılmayı tercih ediyoruz" diyorlar.
3) Zekat: Zekat nasıl toplatılır ve dağıtılır? Şiilere göre zekatı bizzat mal sahipleri fakirlere verilmesi caiz değildir. Mal sahibi, zekatını alimlerden birine verecek, o da bunu fakirlere dağıtacaktır. Çünkü alim, fakirleri daha iyi bilir. Irak, Kuveyt, İran, Pakistan, Arap Körfezi emirlikleri ve diğer İslam ülkelerindeki Şiilerden toplanan zekatlar, dağıtılmak üzere Necef'teki şii âlimlerine getirilir. Gelen zekat miktarı, adaletle dağıtılsa, bütün yoksulların önemli ihtiyaçlarını karşılayacak derecede çoktur. Acaba bu paralar fakirlere kayikiyle dağıtılır mı? Hayır. Biraz zekat alıp ihtiyaçlarını karşılamak için gelen fakirler, bu alimler tarafından asık suratla karşılanır ve eli boş döndürülür. Bu paraların çoğu, muhterem şeyhlerin kendi ailelerine ve yakınlarına sarf edilir. Bu alimlerden hangisi. nin evine gitseniz büyük konfor içinde yaşadıklarını görürsünüz. Her evin bir yüzme havuzu vardır. Yazın, kadın erkek, çoluk çocuk burada
yüzerle özel otomobili ,"ardır. Zira muhteremleri yaya camie gidemez, yaya yürümek,
hazretin şerefine yakışmaz. Peki bu köşkleri, arabaları, bu lüks hayatı nereden buldular? Kendi alın teriyle mi kazanıp satın aldılar bunları? Kendilerinin din ticaretinden başka bir sanatları var mı? Hayır. Onlar, gelen zekatleri bu lüks hayatı sürdürürken, zekatın asıl müstahikleri fakirlikten inlemektedirler. İmamlardan sonra Müslümanların halifesi olduklarını iddia eden bu adamlar, neden beytülmalin lambasını, kendi özel işlerinde yakmayan, Müslümanların bir iğnesi dahi kendi zimmetine geçmesin diye titreyen Hz. All gibi hareket etmezler? Zekatı zimmetine geçiren, nasıl imamın halifesi olduğunu iddia edebilir?
Not: Bu sözler, bizzat Bağdat'lı, önce Şii iken sonra sünnı olan gencin
sözleridir? Özetle tercüme edilmiştir.r. Yemeleri, içmeleri gayet lükstür. Her birinin en güzel markadan(Süleyman Ateş İmamiye şiasının tefsir anlayışı 171
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)